Oysa, bir zamanlar bambaşkaydı günler. Şimdi o günlerin nasıl olduğunu söylemek çok zor. Kimse bir şey bilmiyor. Hatta, Lura adındaki dişi ördek olmasaydı, dünyanın bambaşka olacağını kimse aklına bile getirmiyor: O ördek olmasaydı, kara ile deniz birbirlerine karşı, birbirlerine düşman olmayacaktı. Çünkü ta başlangıçta, başlangıçların başında, doğada kara diye bir şey yoktu, bir evlek toprak bile yoktu. Her yer sularla kaplıydı. Su, su... Her taraf su! Dünya kendi ekseninde dönerken su kendiliğinden ortaya çıkmıştı: Dipsiz derinliklerden, karanlık uçurumlardan. Dalgalar birbiri ardınca uçsuz bucaksız evreni kuşatmış, dört bucağı kaplamıştı. Dalgaların çıkıp geldiği bir yer olmadığı gibi, gidip yoğalacağı bir yer de yoktu.
Ve dişi ördek Lura, hani şu herkesin bildiği, bugün bile başımızın üzerinden gaglayarak sürüler hâlinde uçan yassı gagalı ördek, yapayalnız, uçup duruyordu havada. Yumurtasını bırakacağı bir kara parçası arıyor, ama bulamıyordu. Sudan başka bir şey yoktu evrende. Yuva yapabileceği ne bir kamış, ne ufacık bir saz vardı.
Lura ördeği gaglaya gaglaya uçuyor, daha fazla dayanamamaktan, yumurtasını dipsiz derinliklere düşürmekten korkuyordu. Nereye gitse, kanatları onu nereye götürse, hep su, su, yine su! Ne kıyısı, ne başlangıcı, ne de sonu vardı o büyük suyun. Lura bitkindi. Dünyada yuvasını yapabileceği hiçbir yer yoktu.
Lura suların üzerine kondu, göğsünden yolduğu tüylerle bir yuva yaptı kendisine. Dünyada toprak, işte bu yüzen yuvadan oluştu. Yavaş yavaş büyüdü. Yavaş yavaş çeşitli yaratıklar çıktı ortaya. Bu yaratıklardan biri olan insan, hepsine üstün geldi: Kayak yaparak karların üzerinde gitmeyi, kayık yaparak sularda dolaşmayı öğrendi. Kara ve deniz hayvanlarını avladı. Beslendi ve çoğaldı.
Lura ördeği, sonsuz suların ortasında meydana gelen kara parçasında hayatın böylesine zor olacağını nereden bilecekti? Deniz, karanın meydana gelmesine çok kızdı ve o günden beri sakinleşmedi. O günden beri denizle kara arasında savaş sürüp gidiyor. Ve insanoğlu bazen denizle kara, kara ile deniz arasında, çok güç durumlarda kalıyor. Deniz, insanları hiç sevmez, çünkü insanoğlu denizden çok karaya bağlı...
Sabah yaklaşıyordu. Bir gece daha sona eriyor, yeni bir gün daha doğuyordu. Karanlıklar dağılmaya, ağarmaya ve kuduran denizin kıyılan döven köpüklü dalgaları, buğular çıkararak soluyan bir geyiğin dudakları gibi, belirmeye başlamıştı. Deniz soluk veriyordu. Kara ile denizin çarpıştığı yerlerde soğuk bir sis, çevrintili bir çise yükseliyordu yukarı doğru. Dalgalar inatla, gümbür gümbür dövüyordu kıyıları.
Bu inatçı dalgalar, birbiri ardınca ve olanca güçleriyle karaya saldırıyor, yıkanmış soğuk ve sert kum setlerini aşıyor, çakıllardan oluşan kaygan, kara yığıntıları geçiyor, ah çeker gibi hızla nefes veriyor ve sonra çekiliyorlardı. Çekilirken, yitip gidecek baygın köpükler ve çürümüş yosun kokusu kalıyordu arkalarında.
Dalgalar, ara sıra, bahar yelinin parçalayıp sürüklediği buz parçalarını da vuruyorlardı kıyıya. Kumsala çarpan buzlar paramparça oluyor, güçsüz, çaresiz, serpilip kalıyorlardı. Az sonra başka dalgalar geliyor, onları tekrar çekip alıyordu denizin kucağına. Karanlıklar dağıldı. Şimdi aydınlık, sabahın loşluğunu boğuyordu. Yavaş yavaş karanın engebeleri ortaya çıkıyor, deniz aydınlanıyordu. Gece rüzgârıyla hareketlenen dalgalar, sıra sıra koşuşan büyük yeleleriyle hâlâ dövüyordu kıyıları. Ama, enginlerde, uzaklarda deniz yatışmış, durgunlaşmıştı. Oralarda ağır ağır çalkantıların kurşun renkli yansıları görünüyordu.
0 Yorumlar