Dışarda Kötülük Vardı
İnsan kendini bir başkasına anlatırsa arınabilir mi? Burada, insan yüreğinden başka hiçbir yerde ıssızlığın olmadığı bu ışıklar kentinde, bana ait olan, beni tanıyan, benimle varolan ve böylece varolduğumu, hep varolacağımı, hiç yitmeyeceğimi imleyen şeylerden çok uzakta -anılar bile simgelerle varoluyor bir süre sonra - kaldırımlara dizilmiş ağaçların üzerindeki noel ışıklarına bakarken bunu düşünüyorum: Onun için -çok uzakta ve belki de beni artık hiç hatırlamayan- sana yazmak istiyorum ( o kentte, doğduğum, büyüdüğüm, bana ait olmayan bir ölümle ölerek uzaklara sürüldüğüm o lanetli yerde başka kimse yok ki tanıdığım) her şeyi, çünkü sessizlik büyüyor, sessizlik çok fazla büyüyor Nevit, eski yaz günlerindeki gibi içimizi ısıtan, serin akşamüstünün küçük sevincini beklediğimiz sessizliğe hiç benzemiyor ve ben yaşamayı beceremiyorum bir türlü, üşüyorum, yan yana getirdiğim şu sözcükler gibi kuramıyorum hayatı, dışarda her şey pırıltılı bir gecenin gürültüsüyle çoğalıyor belki ama ben bir camın ardından baktığımda, bir zamanlar gelmeyi o denli istediğim bu kentin evleri, sokakları, pırıl pırıl yanan ağaçlarıyla. Sonsuza dek dinleyebileceğim müziklerin çalındığı, güzel kadınların bedenlerini sergilediği gece kulüpleriyle yalnızca hüzünden oluştuğunu görüyorum. Soğuk ve hep ağlayarak geçen o ilk yatılı gecelerden sonra teyzem, “Sevdin mi okulunu?” diye sormuştu, o hafta sonu bir daha okula dönmeyeceğimi, hiç dönemeyeceğimi sanmıştım. “Denizi görüyor.” Sonra her hafta sonu iki gün geçince yine o gri demir parmaklıklardan içeri gireceğimi düşünerek çıktım okuldan. Bitmeyecek bir tutsaklıktı sanki. Teyzeme neden beni yatılı verdiğini hiç soramadım. Uzun uzun denizdeki bir kıpırtıya, annemin, çocukken beni götürmeye söz verdiği karşı kıyıdaki yalıya bakmakla geçirdiğim hafta sonları (annemi hatırlıyor musun?) bundan böyle tatillerde okulda kalmaya, böylece teyzemden öç almaya karar vermiştim. Bir şeylerin sürekli yanlış algılanmasıydı sanki bütün bunlar, hayatı oluşturan bütün o güzel şeylerin. Sonra Selin ve Elfe’ye rastladım.
Nerede başlamıştık? Birkaç yıl önce, temiz formaları, toplanmış, örülmüş saçları, çocuksu sesleriyle yüzlerce küçük kız, bir okul avlusunda toplandığımız o sonbahar günü mü, sınıflara ayrıldıktan ve öğretmenlerin katı yüzleriyle karşılaştıktan sonra mı, yoksa yatakhanede o ilk soyunmaların utanışında mı, şimdi bunu kestirmek zor. Çünkü ansızın başlayan, bir bakışla, bir gülümsemeyle, küçük bir sözle ve hızla gelişen bir dostluğun ilk günlerini, böyle bir sevginin ne zaman çoğalmaya başladığını kim bilebilir?
Pencerelerden dışarı bakmak kötülüktü. Dışarda kötülük vardı.
Ellerimle çiçekleri karıştırırken zaman içinde kendime bir yer arıyorum sanki. Zamanın neresinde olduğumu bilemiyorum hiç. Rüzgârın her şeyi savurduğu tepeye tırmanıyoruz, surlarla çevrili o eski zaman kentinden geriye kalan manastırın yanına. Saçlarımız rüzgârda karmakarışık oluyor. Denizin koyulaşmasına, çarpıntılarla kıyıyı dövmesine bakarken, “zaman -neresinde olduğumu hiç belirleyemediğim zaman -çok hızlı, çok hızlı, çok hızlı geçecek, şu rüzgâr gibi ve biz onu hep aynı sanacak, hep tutunduğumuz yerde kalmak isteyeceğiz”, diyorum. “Çok uzaklara gidebilsek keşke!” dedi Selin. (Yeni bir yer, başka bir zaman, güzel insanlar...) “İnsan uzaklara gidebilir mi? Bugün tahtadaki haritaya bakarken, atlaslarımızı açtığımızda -şimdi yağmur, şimdi uzak bir ülkedeyim- birbirine bu denli yakınken seçebilirim istediğimi diye düşündüm, kırmızıyı, maviyi, şu kuşa benzeyeni.”
“Ama ben güldüm o haritayı görünce”, dedi Elfe. (Hiçbir zaman gidemeyeceğiz uzaklara.) “Kanada sarı. Brezilya turuncu, Cezayir açık yeşil. Kırmızı, mavi, mor biçimsiz kara parçaları, mavi, hep soluk mavi denizler görünmez çemberlerle kuşatılmış- ama gökyüzü dünyamıza dahil değildir.” “Akşam oluyor artık”, dedim ben. Sular durgunlaştı, grimsi -ama gök böyle kirli pembeye, yıpranmış bir eflatuna parçalandıkça- titreyen pırıltılarla kamaşıyor deniz, gerginleşerek çatlıyor, irili ufaklı adalar oluşturuyor bulutlar denize yakın. Rüzgâr yavaşlıyor şimdi. Durgun su yavaşça gelip aşağıda eski bir iskelenin tahtalarına, kıyıya birikmiş molozlara -insanın fırtına artıklarını karıştırmaktan başka işi olmasa ne güzel olurdu!- daha geriye, kumlara uzanıyor, güzel bir yumuşaklık duygusu uyandırıyor. Kum koyuluyor, kahvemsi bir renk alıyor, sonra yine açılıyor, sonra yine koyuluyor. Zaman geçiyor böylece, kısa, belirsiz anların birbiri üstüne yığılmasıyla pek çabuk, sonra, sonra, sonra diyerek. Çocukken de böyle bakardım gökyüzüne uzun uzun. "Gökyüzünde ne vardır?" diye sormuştu öğretmen. Bir resim çizmiştik. Mavi gökyüzleri çizmişlerdi, geceler, akşamüstleri, gün başlarken hep mavi, bulutlar vardı -bulutlar beyazdır- ay vardı, güneş -gece yarısı, sabaha karşı, öğleden sonra-yıldızlar... Sarı bir gökyüzü boyamıştım ben, bulutlar kirliydi, öyle tostoparlak değillerdi, yıldızlar sönük, ay beyazdı, bir çocuk kollarını açmıştı gökyüzünde. “Ama gökyüzü mavidir,” demişti öğretmen.
Sahi, gökyüzünde ne vardır?
0 Yorumlar