Baharın ortalarında olmalıydı. Şimran bahçesi çiçeğe boğulmuştu. O ve birkaç yakın dost bir araya gelmiştik. Sohrab da aramızdaydı. Furuğ’un çok sevdiği bir dostuydu. Hepimizin. Konuşunca sadece şiir konuşurdu Sohrab, ya da susardı. Aramızda olması bile yeterdi bize. Sohrab’m bir yerde bulunmasıyla sanki tanımadığımız bir çiçeğin kokuşu yayılırdı ortalığa. Bir dinginlik kokusu. Gözlerinde bir elmas pırıltısı, bakışlarında sürekli araştıran bir keskinlik, ağzının kıyısında sevecen, sevimli ve güven verici bir gülümseme. Aynı zamanda çok iyi şair ve çok iyi ressamdı. Şiirlerinde resmin, resimlerinde şiirin esintileri sezdirdi. O gece Sohrab aramızdaydı. Hindistan’ı anlatıyordu. Bemares’i, Buda’mn altında oturduğu bilgelik ağacını, geceyarısı öten o bilinmez kuşu. Bir şiirine o kuşun ötüşüyle başlamıştı: “Dinle bak, yeryüzünün en uzak kuşu ötüyor...”
Furuğ o gece mutlu, hoşnut, neşeli ve dingindi. Odanın havasında o dinginlik kokusu elle tutulur gibiydi. O kokuyla sarhoştuk. Ve açık pencerelerden gelen bahar çiçeklerinin kokusuyla. Bir şey vardı bahçenin havasında, bir şey. Tenimize işliyordu bir şey. Ve içimizi güzelleştiriyordu. İshak kuşu ötüyordu uzaklarda: Hak! Hak! Hak!.. Sesi bahar gecesinin derinliklerinde öylesine yumuşak süzülüyordu ki çiçekleri uyandırmıyordu bile. Sanki bir mucizeyi yaşıyorduk. Ağaçlar, çimenler ve yeryüzü, bir şey bekliyorduk; mutluluğun bir şehrayin gibi gökyüzünü sarmasını.
Furuğ şiir okuyordu: “Kuş dedi: ‘Ne güzel koku bu, ne güzel güneş! Bahar gelmiş bile! Eşimi aramaya gidiyorum ben!” Gece sona ermek üzereydi. Herkes gitmişti. Sadece Furuğ ve ben. Bir köşeye uzanmış, yaklaşan sabahın ayak seslerini dinliyorduk. Bahçenin karanlığı soluyordu. Buğu, tütsü ve süt rengine dönüşüyordu hava. Kalktım, dışarı çıktım. Çeşitli renklerde birkaç gül kopardım, içeri girdim. Furuğ uyuyordu. Güllerin taçyapraklarını kopardım ve onu uyandırmadan usulca üstüne serptim... Ses kesildi... Cafe’nin kapısı hızla açıldı. Başında yün bir takke bulunan, ayak bileklerine kadar uzayan kaim bir palto giymiş yaşlıca bir adam, çizmelerini döşemeye vura vura içeri girdi. Birkaç günlük tıraşlı yüzünde yağmur taneleri parlıyordu. Onunla birlikte müthiş bir soğuk girdi kapıdan. Adam avuçlarını birbirine sürttü. Ve ortalığa konuştu: “Hava dehşet soğudu. Oysa sabah, tatlı bir sonbahar güneşi vardı. Kar yağdı yağacak. Buz gibi bir yağmur var şimdi dışarıda.” Tezgâha doğru yürüdü. Aynaya baktım. Adamın görüntüsü saf, net ve yakındı. Dudakları hafif aralıktı, gözlerini bilinmeyen bir noktaya dikmişti. Birdenbire müthiş üşüdüm. Sanki bir buz parçası göğsümü sıkıştırıyordu. Soğuk ve dondurucu rüzgâr gittikçe şiddetleniyordu. Esintiden gözlerim yaşardı. Gözyaşlarımın ardından yaşlıca adamın ağladığını görüyordum. Ve ayna usulca ince bir buz tabakasıyla örtülüyordu... Furuğ hayat doluydu. Ve ondaki bu canlılıktan keyiflenirdim. Çevresindeki her şey ondaki merak duygusunu uyandırırdı. İnsanları ve doğayı severdi, denize ise âşıktı. Gülerek espriler yapardı: “Küçük sular, büyük balıklara göre değil!” Gülerken tüm yüzü ve gövdesiyle gülerdi. Gülüşü içten, yürektendi. Ağlaması da... Hep aynanın önünde ağlardı. Bir şeye üzüldüğünde, bunaldığında gider aynasını alır gelir ve ona bakarak ağlardı: “Bütün gün aynada ağladım.” Doğru söylüyordu. Aynada ağlardı ve ağlayışı gerçekti... Bir gece, bir arkadaşımla onun evine uğradık. Yoktu. Başka yerlerde de aramıştım. Kimse bilmiyordu nerede olduğunu. Gerçi bilirdim, kimi zaman böyle kaybolurdu. Bir yerlere gider, gizlerdi kendisini ve kimse o yeri bulamazdı. Günler sonra çıkardı ortalığa. Kimseye bir açıklama yapma gereğini duymazdı.
0 Yorumlar