Boris Pasternak - Son Yaz


Hava boğucuydu. Sereja bir gramer kitabının yardımıyla, ihmal ettiği zayıf İngilizcesini ilerletmeye çalışıyordu. Yemek vakti gelince, Sereja ve Harry yukarı katta, dans salonuna çıkarlar ve Bayan Fresteln’i beklerken eğlenceye dalarlardı. Sonra, Bayan Fresteln’in ardı sıra yemek odasına giderlerdi. Bayan Arild, dans salonuna çoğunlukla Bayan Fresteln’den beş, on dakika önce gelirdi; Sereja da Danimarkalı kadınla ev sahibesi hanım görünene kadar yüksek sesle konuşur, sonra ondan, yüzünden okunan bir üzüntüyle ayrılırdı. Böylece, üç kişilik alay, başta Bayan Fresteln olduğu hâlde yemek odasına doğru ilerler, onlar kapıya yaklaştıkça da hanımefendinin can yoldaşı uzaklaşırdı. Böylelikle de Sereja ile Bayan Arild’in yolları ayrılmış olurdu. 
  Sereja’nın esas yemek odasına -servis odası-, pişmiş tavukların sofraya getirilmesi üzere parçalandığı, dondurmaların hazırlandığı bitişik odaya da -yemek odası- demekteki ısrarlı inadını Bayan Fresteln bir süredir ister istemez hoş görmekteydi. Zaten Sereja’nın acayipliklerine alışmış, ondan hep böyle şeyler bekler hâle gelmişti, zira onun şakalarını her zaman anlayamamasına rağmen, Sereja’ya herkesten başka, acayip yaratılışlı biri gözüyle bakıyordu. Bayan Fresteln özel öğretmene güvenmiş, hayal kırıklığına da uğramamıştı. Sereja da, şimdi bile Bayan Fresteln’e kin beslemiyordu; onun hiç kimseye kin beslediği yoktu ya. O ancak, kişiliğinde kendi zıddını gördüğü, yani, hayat üzerinde, her şeyi küçümseyişiyle insanı kışkırtacak kadar kolay zafer kazanmış, hayatın en güç, en değerli öğelerinden kaçınmış kimselerden nefret ederdi. Ne var ki, bu olanağı kendi kişiliklerinde ortaya koyabilen insanlara da pek az rastlanıyordu.
  Yemekten sonra, yukarı kattan aşağıya, kırık dökük armoniler sızdı. Bu armoniler, bir garsonun gösterebileceği sakarlıktan daha ani ve daha dikkat çekici, beklenmedik patlamalarla yukarıdan dalga dalga dökülüp dağılıyordu. Bu gümbürtülü çavlanın her dökülüp, kesilişi arasında da, boyları kilometreleri bulan halılardan bir sessizlik uzanıyordu. Bayan Arild, üst katta, sımsıkı kapalı, çifter çifter kapitone kapıların ardında, kuyruklu piyanoda Schuman ve Chopin’den parçalar çalıyordu. Böyle anlarda insan elinde olmaksızın, pencereden dışarı bakmak için her zamankinden daha güçlü bir istek duyardı. Ne var ki, dışarda gözle görülür hiçbir değişiklik yoktu: Gök, nemli ve sıcak bir sütun gibi dikilen yağmursuzluk esası üzerinde kımıldamadan duruyor ve bu göğün altında, altmış kilometrelik bir çevre içinde, tozdan meydana gelmiş bir ölü deniz, beş ana istasyonun bulunduğu semtteki arabacılar tarafından, bir kutsal ateş gibi hiç aralık verilmeksizin dört bir yandan besleniyor, şehrin büyük surları ardından kalan tuğla çölünün ortasından yükselen duman da buna yardım ediyordu.
  Her şey altüst olmuştu. Frestelnler şehirde oturmaya devam ediyorlardı, Bayan Arild’in evde kalışı da uzamıştı. Ama tam onların hareketlerini geciktirmelerine herkes hayret etmeye başladığı sırada kader, birdenbire her şeye haklı bir görünüş kazandırdı. Harry kızamığa yakalanıp yatağa düşünce, yazlığa taşınma işi, çocuğun iyileşmesine kadar geri bırakıldı. Toz toprak getiren fırtınalar dinmedi, yağmur yağacağına dair bir işaret belirmedi ve herkes buna alıştı. Hatta durum öyle bir hal almaya başladı ki, görünüşe göre hepsi de art arda haftalarca hep o insanı tembelleştiren, hamlaştıran aynı günü -zamanında kulağından tutulup karakola teslim edilmemiş olan günü- yaşıyor gibiydiler. Böylece, karakola verilmeyen gün gittikçe gücünü arttırdı ve herkese kafa tutmaya başladı. Artık sokaktaki köpekler bile öğrenmişlerdi bunu. Hâlâ bir parça değişikliğin hafif bir soluk gibi estiği gecelerde ise, tanıklar huzurunda takvimin kurumuş yapraklarını mühürleyip kapatan oluyordu. 


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar