Jodi Picoult - Taş Kâğıt Makas


Bir defasında birisi bana şöyle demişti: Bir kız evlat doğurduğunda, ölürken elini tutacağın kişiyle tanışmış olursun. Elizabeth’in yeni doğduğu günlerde o minicik parmaklarını, deniz kabuklarına benzeyen tırnaklarını, elime şaşırtıcı bir güçle yapışmasını seyrederdim; ve merak ederdim, acaba bundan yıllar sonra o kadar sıkı asılan ben mi olacağım diye. 
Çocuğunuzdan daha uzun yaşamanız doğal değil. Bu tıpkı albino bir kelebek ya da kan kırmızı bir göl görmek gibi bir şey veya bir gökdelenin devrilmesini. Ben bunu zaten bir defa yaşadım; şimdi ise bir kez daha yaşamamak için umutsuzca çırpınıyorum.
Claire ve ben Hearts oynuyorduk ve bu ironiyi takdir etmediğimi sakın düşünmeyin. İskambil destesindeki kartlarda Peanuts karakterleri basılıydı; oyun stratejimin kazanmakla uzaktan yakından alakası yoktu. Amacım mümkün olduğunca fazla Charlie Brown resimli kart toplamaktı. “Anne,” dedi Claire, “ciddi oynasana şunu.”
Başımı kaldırıp ona baktım. “Neden bahsediyorsun sen?”
“Hile yapıyorsun. Ama kaybetmek için yapıyorsun.” Destenin kalanını karıştırdı ve en üstteki kartı açtı. “Neden bunlara maça demişler ki?”
“Bilmem.”
“Ne alakası var yani maçla bunun?”
Hemen arkasındaki monitörde Claire’in gücü tükenmekte olan kalbi dengeli bir ritimle atıyordu. Bu gibi anlarda gerçekten o kadar hasta olduğuna inanmak çok güçtü. Ama sonra bacaklarını yatağın yanından sarkıtıp tuvalete gitmeye çalışmasına, bu esnada ne kadar bitap düştüğüne tanık olmak, görünüşün yanıltıcı olabileceğini anlamama yetiyordu.
“Eskiden gizli bir dernek kurmuştun, hatırlıyor musun?” diye sordum. “Bizim çitin ötesinde toplanırdınız?”
Claire başını salladı. “Hiçbir zaman öyle bir şey yapmadım ben.”
“Tabii ki yaptın,” dedim. “Küçüktün o zaman, unutmuşsun. Ama kimlerin derneğe üye olabileceği ya da olamayacağı konusunda feci inatçıydın. Bir tane İPTAL mührün ve ıstampan vardı. Benim de elimin tersine basmıştın ve yemeğin hazır olduğunu bildirmek için bile önce parola söylememi şart koşmuştun.”
Odanın diğer ucundan, çantamın içindeki telefonum çalmaya başladı. Hemen fırladım, çünkü hastanede cep telefonu kesinlikle yasaktı ve hemşirenin biri yakalayacak olursa, insana öldürecek gibi bakardı. “Alo?”
“June. Ben Maggie Bloom.”
Nefesim kesildi. Geçen yıl Claire okulda beyinde bazı bölgelerin tamamen sindirim ve nefes alma gibi istemsiz eylemlere ayrıldığını ve evrimsel açıdan bunun son derece zekice bir şey olduğunu öğrenmişti; yine de bu sistemler en basit şeylerden ötürü çökebiliyordu: ilk görüşte aşk, şiddet eylemleri, duymak istemediğiniz sözler.
“Henüz sana verebileceğim resmî haberlerim yok,” dedi Maggie, “ancak bilmek isteyeceğini düşündüm. Kapanış konuşmalarına yarın sabah başlayacağız. Sonrasında ise hâkimin düşünme süresine bağlı olarak Claire’in bu kalbi alıp alamayacağını, alabilecekse de bunun zamanını öğreneceğiz.” Bir an sessiz kaldı. “Her hâlükârda idam on beş gün sonra infaz edilecek.”
“Teşekkür ederim,” dedim ve telefonun kapağını kapadım. Yirmi dört saat içinde Claire’in hayatta kalma şansı olup olamayacağını öğrenme ihtimalim belirmişti.
Claire, “Arayan kimdi?” diye sordu.
Telefonu ceketimin cebine atıverdim. “Kuru temizlemeci,” dedim. “Paltolarımızı alabilirmişiz.”
Claire bana öylece bakıyordu; yalan söylediğimi biliyordu. Kartları topladı, oysa daha oyunu bitirmemiştik “Daha fazla oynamak istemiyorum,” dedi.
“Peki, tamam.”
Yana döndü ve yüzünü benden öteye çevirdi. “Benim hiçbir zaman mührüm ya da ıstampam olmadı,” diye mırıldandı Claire.
“Gizli dernek filan da kurmadım. Sen Elizabeth’le karıştırıyorsun.”
“Hayır, karıştırmı-” dedim otomatik olarak ama sonra birden durdum. Kurt’le ikimizi banyo lavabosunun önündeyken açıkça hatırlıyordum, ellerimizdeki geçici dövmelerimizi yıkarken gülüşüyor, kızımızın bu işaretler olmadan yarın sabah kahvaltıda bizimle konuşup konuşmayacağını merak ediyorduk. Claire babasını gizli derneğine almış olamazdı; onu hiç tanımamıştı ki.
“Sana söylemiştim,” dedi Claire.


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar