Bu, o aynı adamdı; fraklı, silindir şapkalı, hatta sırtında şimdi fark ettiği kısa pelerin olan adam. Uzun boyluydu, çok zayıftı. Kemikli bir yüzü, çukura kaçmış iri siyah gözleri vardı. Bu çok iri, belki de anlamlı siyah gözler yazık ki ona herhangi bir başkalık katmıyordu. Gene de adamın nereden geldiği bilinmeyen, anlaşılmayan tuhaf bir çekiciliği vardı. Çekiciliğin de ötesinde bir şey belki... Anlaşılmaz bir büyü...
Ne var ki kız, kurtulamayacağını sezdiği bu büyüye tam kendini kaptıracakken bir başka şey oldu. Tezgâhın arkasındaki beyaz ceketli adam, küçük bir kapıyı açıp mutfağa girmişti. Kapının açılıp kapandığı kısa süre içinde küçük dükkânı, Strauss’un melodileri dolduruvermişti. Bunaltmayan güneş, bıktırmayan ışık, acıtmayan renkler... Kimselerde acı, öfke, sıkıntı, umutsuzluk uyandırmadan sürüp giden tatlı mırıltılar... Yabancı bir kentmiş, bugün uçakta yer bulunamamış, parasızlıkmış, soğukmuş hadi canım sen de! Kim kimmiş, hani yabancılar? İyi bakılmış İngiliz çimleri uzayıp gidiyor, laleler hafif esintide sallanıyor... Orman ağaçlarının upuzun gövdelerini kesen ışıktan yollar...
Kapı bütün bunların üzerine kapandı sanki. Adamın, kızda uyandırdığı anlatılamaz, en kötüsü tanımsız büyü kaldı tek. Dirseklerini büyük bir umursamazlıkla tezgâha, kızın tam yanı başına dayamıştı. Hayır, kolları kıza değmiyordu. Kıza dokunmak için çaba gösterdiği filan yoktu adamın. En kötüsü de buydu galiba. Umursamazlığı... Üstelik yanında hiç kimse yokmuş gibi duruyor, gözlerini aç olan kendisiymiş gibi garsonun çıkacağı kapıdan ayırmıyordu.
Garson az sonra geldi ve kızın önüne biri peynirli, öteki salamlı iki sandviçle bir fincan kahve koydu. O içeri girerken Strauss gene duyuldu. Yağmurun ıslattığı çayırlık, kokusunu bıraktı. Laleler sallandılar. Üveyikler hep birlikte masmavi göğe doğru havalandılar. Her şey öylesine güzeldi ki, kız ağlayabilirdi. Gene de tuttu kendini. Fraklı adam ne derdi sonra? Aman aman çok ayıp olabilirdi.
Kahve mis gibi kokuyordu. Sandviçler özenle hazırlanmıştı. Ama kız hiçbirine el sürmedi. Sanki o anda açlığını gidermeyi düşünürse adama, fraklı adama çok ayıp olacaktı. “Bunları bırakın,” dedi adam. “Benim de karnım aç. Güzel bir şeyler yiyelim. Soylu yiyecekler: karides kokteyli, fırında alabalık, bıldırcın, kuşkonmaz... Ve tabii şampanya.”
O sırada garson gene mutfağa girdiğinde gene Strauss duyulmuştu. Bu kez koyu yeşil çimenler üzerine kurulmuş bir sofra, içinde şampanyaların soğutulduğu gümüşten buz kovaları gördü kız. Tüm dünya nimetlerine evet demeye hazır bir gülüşle baktı adama ve oturduğu yüksek tabureden indi.
Adamı tanımıyordu. Sokaklarda frakla, pelerinle dolaşan, en olmadık zamanlarda karşısına çıkan bir adama ne kadar güvenebilirdi ki... Üstelik keskin bir tıraş losyonu gibi çevresine saçtığı o yoğun çekiciliğe ne demeliydi? Kendine güvenen arsızın biriydi belki. Aklına eseni yapıyor, işte kendisi de hiçbir şeye karşı çıkmıyordu. Ama bütün bunlarda ne gibi bir kötülük olabilirdi ki? Hem kız kendine, kişiliğine, kişiliğinin bir bölümünü oluşturan saygınlık duygusuna, aldığı eğitime güveniyordu. Kimse ona kötü bir şey yapamazdı, yaptıramazdı. Zamanında, “dur” demesini bilecek biçimde yetiştirilmişti. Bu böyleydi, şaşmazdı. Hem şu koskoca Avrupa yolculuğu süresince bir tek serüven bile yaşamamıştı. Hep yapılması gereken, görevler, çalışmalar... Bir tek serüvenin ne zararı olabilirdi?
O çılgın kalabalığa karışıverdiler... Adamın pelerini insanın yüreğini ağzına getirecek bir coşkunlukla sağa sola savrulup duruyordu. Birden o çılgın kalabalığa şöyle bağırmak istedi kız: “Görüyorsunuz işte, artık yalnız değilim; benim de yanımda bir erkek var.”
Ve bütün öteki kadınlar gibi erkeğin koluna girerek, göğsüne yaslanarak onu tüm dünyaya bildirmek istedi. Ne var ki, tam o sırada adam elini tuttu. Tanrım, ne güçlü bir el bu böyle; zayıflığından hiç umulmaz ama öyle işte. Boğuk bir kahkaha atıyor kız. Sonra gene, “Hayır,” diyor içinden, “hayır, bunun hiçbir zararı olmaz.”
Kocaman bir yapının döner kapısından içeri girdiler. Siyah beyaz fayans döşeli koskoca ve bomboş bir salondaydılar. Salonu çevreleyen kapılardan çok süslü, çok boyalı kadınlar çıkıyorlardı. Yüzlerine, kollarına, göğüslerine, daha doğrusu bedenlerinin açıkta kalan yerlerine öyle çok pembe pudra sürmüşlerdi ki, bez bebeklere benzemişlerdi. Kızlardan biri nedense öfkeyle onlara yaklaştı. Bir şeyler söylemek ister gibiydi. Girişteki camlı bölmede oturan üniformalı bir görevli, önündeki tabloda bulunan düğmelerden birine bastı. Kadının kızıla boyalı saçlarının arasından çıkan lastik eldiven parmağı gibi bir şey kıvrılıp kafasını soktu. Kadın oracığa yığılıverdi. Ölmüştü besbelli.
“Bir şey yok,” dedi fraklı adam ilgisizce. “Gidelim.”
Adam, kristal kadehlere pembe şampanya dolduruyor, “Biraz daha için, iyi gelir.” Diyordu. Kız şampanyasından büyükçe bir yudum aldı. Hiç değilse rüküş, acınılası kılığımdan utanmıyordu artık. Kocaman bir lokantadaydılar. Daha doğrusu lokantanın balkonunun locası gibi ayrılmış bir bölümde. Aşağıda herkes çılgınlar gibi eğleniyor, dans ediyordu. Konfetiler, serpantinler yağıyordu. Filmlerde gördüğü yılbaşı eğlentilerinden birindeydiler besbelli. Ama kız artık eğlenmiyordu. Kılığının ne kadar kötü olduğunu unutmak için arada şampanya içiyordu yalnızca.
0 Yorumlar