"Utanç" - J. M. Coetzee


 “İyiyim. Hafif yanıklar var, o kadar. Gecenizi berbat ettiğimiz için üzgünüm." 
   "Saçmalama!" diyor Bill Shaw. "Arkadaşlar bu günler içindir. Siz de olsaydınız aynı şeyi yapardınız." 
   Bu art niyetsiz sözler, David'in içine işliyor, aklından çıkmıyor. Bill Shaw, kendisinin, yani Bill Shaw'un başına bir darbe alıp sonra da yakılması durumunda onun, yani David Lurie'nin hastaneye gideceğine, bir gazete dışında okunacak tek bir şey olmayan bekleme odasında oturup Bill'i alıp evine götürmek üzere orada bekleyeceğine inanıyor. Bill Shaw, bir kerecik birlikte bir fincan çay içti diye David Lurie'nin arkadaşı olduğuna inanıyor, ikisinin birbirlerine karşı yükümlülükleri olduğuna da. Bill Shaw haklı mı, haksız mı? Olsa olsa iki yüz kilometre uzaktaki Hankey'de doğmuş olan ve bir nalburda çalışan Bill Shaw, kolay kolay arkadaşlık kurmayan erkekler olduğunu, erkekler arasındaki arkadaşlık konusunda aşırı kuşku duyan erkekler bulunduğunu bilmeyecek kadar az mı tanıyor insanları? Eski İngilizcedeki freon ve freond’dan, yani sevmek'ten türeyen, çağdaş İngilizcedeki friend. Bill Shaw’un gözünde, çay içmek bir sevgi bağı mı kurar? Bununla birlikte, Bill ve Bev Shaw olmasa, yaşlı Ettinger olmasa, birtakım bağlar olmasa kendisi şimdi nerede olurdu? Harabeye dönmüş çiftlikte, kırık telefon ve köpek leşleriyle birlikte. 
   Arabaya bindiklerinde Bill Shaw bir kez daha, “Dehşet verici bir şey," diyor. "Gaddarca. Gazetede okuyunca bile fena oluyor insan; ama tanıdığın birinin başına gelince," başını sallıyor, "işte o zaman kafana dank ediyor. Sanki yeniden savaşa girmiş gibi oluyorsun.”
   David yanıt vermeye üşeniyor. Gün henüz sona ermemiş, canlı. Savaş, gaddarlık: Günü sarıp sarmalamak istediğiniz her sözcük, günün kara gırtlağından aşağı yuvarlanıp yutuluyor.
   Bev Shaw, onları kapıda karşılıyor. Lucy bir yatıştırıcı alıp yattı diyor, onu rahat bıraksak iyi olur.
   “Karakola gitti mi?" 
   "Evet, arabanızın bulunması için duyuru yapıldı."
   “Doktora göründü mü?" 
   "Hepsi yapıldı. Siz nasılsınız? Lucy, sizin çok kötü yandığınızı söyledi.”
   ”Yanıklarım var ama göründüğü kadar kötü değiller.”
   ”O zaman biraz yemek yiyip, dinlenmelisiniz.”
   ”Karnım aç değil." 
   Evdeki kocaman, eski moda, döküm küvete su dolduruyor Bev. David, beyaz bedenini boylu boyunca buharlar tüten suya bırakıyor ve dinlenmeye çalışıyor. Ama banyodan çıkma zamanı gelince ayağı kayıyor, neredeyse düşüyor: Bebek kadar güçsüz; aynı zamanda da başı dönüyor. Bill Shaw’u çağırmak zorunda kalıyor, banyodan çıkması, kurulanması, ödünç verilen pijamayı giymesi için yardım almanın rezilliğine katlanmak zorunda kalıyor. Daha sonra Bev ile Bill'in alçak sesle konuştuklarını duyuyor, kendisinden söz edildiğini biliyor. 
   Hastaneden gelirken yanında bir kutu ağrı kesici, bir paket yanık pansumanı ve başına destek vermesi için bir küçük alüminyum alet getirmiş. Bev Shaw, kedi kokan kanepeye yerleştiriyor David’i; o da hemencecik uykuya dalıyor. Gecenin ortasında zihni tümüyle berrak olarak uyanıyor. Bir hayal görmüştü; Lucky kendisiyle konuşmuştu; onun, “Yanıma gel, beni kurtar!” Sözü hâlâ kulaklarımda çınlıyor. Hayaldeki Lucky ellerini öne uzatmış olarak ayakta duruyor, ıslak saçlarını geriye taranmış, beyaz bir ışık halkasının ortasında.
   David yattığı yerden kalkıyor, bir iskemleye çarpıp tökezliyor, iskemle yere devriliyor. Bir ışık yanıyor, Bev Shaw geceliğiyle karşısına dikiliyor. “Lucky’yle konuşmam gerek,” diye kekeliyor David; ağzı kurumuş, dili şişmiş.
   Lucky’nin odasının kapısı açılıyor. Lucky hiç de hayaldeki gibi değil. Yüzü uykudan şişmiş, başkasına ait olduğu belli olan bir sabahlığın kuşağını bağlamaya çalışıyor.
   “Bağışla, bir düş gördüm,” diyor David. Hayal sözcüğü ansızın çok demode, çok tuhaf geliyor kulağına. “Beni çağırdığını sandım.”
   Lucky başını sallıyor. “Çağırmadım. Hadi git uyu.”
   Haklı elbette. Saat sabahın üçü. Ama aynı gün ikinci kez Lucky’nin kendisiyle bir çocukla konuşur gibi konuştuğu dikkatinden kaçmıyor, bir çocukla ya da yaşlı bir adamla.
   David yeniden uyumaya çalışıyor ama uyuyamıyor. Haplardan olmalı, diyor kendi kendine; hayal değil, düş bile değil, yalnızca kimyasal bir yanılsama. Yine de ışık tarlasındaki kadının karaltısı hâlâ gözlerinin önünde. “Beni kurtar!” diye bağırıyor kızı, sözleri berrak, çın çın, kesintisiz. Lucky’nin ruhunun bedeninden çıkıp David’in yanına gelmiş olması mümkün mü? Ruha inanmayan insanların ruhları olur mu, ruhları onlardan bağımsız bir yaşam sürebilir mi?
   Güneşin doğmasına saatler var. Bileği acıyor, gözleri yanıyor, başının derisi yara içinde ve dokununca acıyor. Dikkatlice ışığı yakıyor ve ayağa kalkıyor. Bir battaniyeye sarınarak Lucky’nin odasına gidiyor, kapıyı iterek açıyor, içeri giriyor. Yatağın yanında bir iskemle var; oraya oturuyor. Lucky’nin uyumadığını hissediyor.
   David ne yapıyor? Küçük kızının başında bekliyor, onu kötülüklerden koruyor, kötü ruhları yanına yaklaştırmıyor. Epeyce sonra Lucky’nin gevşemeye başladığını hissediyor. Dudakları aralanırken yumuşacık bir ses çıkıyor, incecik bir horlama duyuluyor.



J. M. Coetzee - Utanç

Çevirmen: İlknur Özdemir, Can Yayınları, s.123-126

Yorum Gönder

0 Yorumlar