Murat Bey'in solgun fotoğrafı, yüzündeki on yıllık tebessümle, üçlü kanepenin ötesindeki gri binalara bakıyordu. Gözleri biraz kısıktı. Murat Bey sağken hep bu ifadeyle dışarı bakardı, o zaman dışarıda ağaçlar vardı. Elinde çay bardağıyla pencerenin önünde durur, uzaktaki tepeleri göstererek, "Ne güzelmiş şu çamlar Melda" derdi, "Seninle evlenmeden önce böyle güzel değildi buralar."
Senden sonra da güzel değil, diye düşündü Melda duvardaki fotoğrafa dalmışken. Televizyonun altındaki çekmeceyi açtı. Kocasından kalan emekli maaşını, katlanmış dantellerin en altına koydu. "Kiri belli etmez abla" demişti bohçacı bu danteller için, daha neleri belli etmezdi kimbilir?
Melda çekmeceyi kapadı, televizyonu açtı.
"Şampiyonluğa kanat açan kara kartalların yıldızı Metin, Tan'da parlıyor. Siyah beyaz gollere imza atan Sarı Fırtına'nın hayatı bu pazar Tan'da!" dedi televizyon. Bir maç kuyruğunda Murat Bey'le yediği is kokan köfteler geldi Melda'nın aklına. Dolmabahçe'den İnönü'ye hafif bir rüzgar esiyordu o gün, ikisinin de boynunda siyah beyaz atkılar vardı. Sarı Fırtına, "Çocukluğumu, gençliğimi, hayatımı Tan'a anlattım" derken Melda kanalı değiştirdi.
Tık.
"Bazen Büdü bir sayı tut derler bana, ben hep o sayıyı tutarım. En sevdiğim sayı altı!"
Murat Bey'in en sevdiği sayı kaçtı acaba? Yirmi iki mi?
Tık.
Düşünceler de böyle kolay değişseydi keşke.
Tık.
Hatta unutulsaydı.
Tık.
Kanalın birinde, Murat Bey'le ilgili hiçbir anıya denk gelmeyen yeni şarkılar çalıyordu. Ekranda Nazan Öncel'i görünce sesi açtı. Yenilik iyiydi, iyi olmalıydı.
Günlerdir kapımı kimseler çalmıyor,
Göğsümden içeri yokluğun sızıyor.
Bir demlik çayım var, tütünüm de geçiyor.
Senden sonra da güzel değil, diye düşündü Melda duvardaki fotoğrafa dalmışken. Televizyonun altındaki çekmeceyi açtı. Kocasından kalan emekli maaşını, katlanmış dantellerin en altına koydu. "Kiri belli etmez abla" demişti bohçacı bu danteller için, daha neleri belli etmezdi kimbilir?
Melda çekmeceyi kapadı, televizyonu açtı.
"Şampiyonluğa kanat açan kara kartalların yıldızı Metin, Tan'da parlıyor. Siyah beyaz gollere imza atan Sarı Fırtına'nın hayatı bu pazar Tan'da!" dedi televizyon. Bir maç kuyruğunda Murat Bey'le yediği is kokan köfteler geldi Melda'nın aklına. Dolmabahçe'den İnönü'ye hafif bir rüzgar esiyordu o gün, ikisinin de boynunda siyah beyaz atkılar vardı. Sarı Fırtına, "Çocukluğumu, gençliğimi, hayatımı Tan'a anlattım" derken Melda kanalı değiştirdi.
Tık.
"Bazen Büdü bir sayı tut derler bana, ben hep o sayıyı tutarım. En sevdiğim sayı altı!"
Murat Bey'in en sevdiği sayı kaçtı acaba? Yirmi iki mi?
Tık.
Düşünceler de böyle kolay değişseydi keşke.
Tık.
Hatta unutulsaydı.
Tık.
Kanalın birinde, Murat Bey'le ilgili hiçbir anıya denk gelmeyen yeni şarkılar çalıyordu. Ekranda Nazan Öncel'i görünce sesi açtı. Yenilik iyiydi, iyi olmalıydı.
Günlerdir kapımı kimseler çalmıyor,
Göğsümden içeri yokluğun sızıyor.
Bir demlik çayım var, tütünüm de geçiyor.
Şarkının sözlerini duyunca mutfağa gitti, kahvaltıdan kalan çayın altını yaktı. Dudağına yerleştirdiği Parliament'i ocağın ateşine tuttu. Katlanmış gazetelerin, nemli tuzlukların ve toz bağlamış reçel kavanozlarının olduğu masaya oturdu. Ortası kararmış pirinç kül tablasını kenara çekerken gözü gazeteye kaydı: "Sevgili balık, bugün eskileri atıp yenileri yaşamınıza sokmaya karar verebilirsiniz. Yeni başlangıçlar için harika bir gün olabilir. Belki, yeni bir saç modeli ya da yeni bir sevgili? Karar sizin. Karamsar olmayı bırakın. Moralinizi yüksek tutun ve olaylara farklı açıdan yaklaşın."
Moral ya, moral, dedi içinden. Öncesi olmayan yepyeni birgün düşündü; bir ilk güneş, bir ilk gölge, bir ilk hayat.
Geceler kara tren, geceler
Yüklüyor bana seni, geceler
Bende bir resmin var, yüzüme bakmıyor.
Moral ya, moral, dedi içinden. Öncesi olmayan yepyeni birgün düşündü; bir ilk güneş, bir ilk gölge, bir ilk hayat.
Geceler kara tren, geceler
Yüklüyor bana seni, geceler
Bende bir resmin var, yüzüme bakmıyor.
Sözlerin devamı içini kararttı. "Ölenle ölünmez" dedi bazı kadınlar aklında; kapı köşelerinde, ağaç gölgelerinde, sahil kenarlarında defalarca tekrarlayıp durdular. Yaz akşamları balkonlarında okey oynayıp çay içerlerken, "Kocayı da gömdü dul karı, gözü dışarıda şimdi" diye fısıldaştılar. Ah onlar... Bilmeden ve hatta duymadan konuşurlar. Ne bilsinler, gazete okudukları mı var? Bakın! Sevgili balık burcu, diyor gazeteler: Bugün, ölenle ölmemek için harika bir gün.
Mırıldana mırıldana çöpçatan sayfasına geçti. Kaçak Âşık, 29 yaşındaymış, Balıkesir'de yaşıyormuş, ciddi bir ilişki peşindeymiş. Gözleri maviymiş. İkinci Bahar, 63 yaşındaymış, ikinci bir bahar arıyormuş. Artık önemi kalmadığı için gözlerinden bahsetmemiş. Yabancı ise 42 yaşındaymış, kimseyi aramıyormuş, biri onu bulsun istiyormuş.
Ben peki, dedi, birini mi arıyorum, yoksa bulunmak mı istiyorum? Aramak kelimesi içini acıttı. "Herif arıyormuş zilli" dedi hiç tanımadığı dudaklar, sigara kokan basık odalarda birbirlerine kuru pasta dolu tabaklar uzattılar. Yine onlar, ah onlar...
Melda sigarasını söndürdü. Çaydanlıktaki suyun fokurdadığını duyunca yerinden kalktı. Mutfak tezgahının üstündeki ince belli bardağa zift gibi bir çay koydu. "Bu da benim kötü huyum" derdi Murat Bey, "Şu çayı illa ince bellide içeceğim." Mizah duygusunun zayıf olması, bulmacaları tükenmez kalemle çözmesi ve en olmadık zamanlarda akla gelmesini saymazsak, iyi bir adamdı Murat Bey.
Eli yanınca, çay bardağını ah diye masaya bıraktı. Paşa çayı olsun teyzesi, demek istedi, kek ve poğaça kokan bir salonun ortasında. Aklındaki ılık çaya, hayali bir çocuğun uzandığını görür gibi oldu. Hadi paşam, dedi çocuğa, uslu uslu iç şimdi. Çocuk sus pus bekledi. Anne, demedi, neden paşa çayı diyolar buna, diye sormadı. Oysa Melda, kendisine böyle saçma sorular sorulmasını çok isterdi. Anne kelimesinin her tonunu duymaya ve bütün acayip sorulara uzun zamandır hazırdı. Çocuğu ne sorarsa sorsun şaşırmayacaktı. Oğlunun saçlarını tarakla sola yatırırken, paşaların savaş meydanındaki zamansızlığından dem vuracaktı ona. At sırtında toz duman paşalar geçecekti aralarından. Elbet bir gün.
"Bu yaştan sonra zor" dediler en tıbbi sesleriyle, apartman boşluklarında, "Bizim bir Nesrin vardı, doğumda öldü anacım" diye konuyu cümle içinde kullandılar. Kocasının da perişan olduğunun altını çizdiler. Anacım... Melda, kelimenin bu tonunu hiç düşünmemişti.
Sıcak çayı parmaklarının ucuyla tutarken, gazeteyi koltuğunun altına sıkıştırdı. Salondaki büfenin çekmecesinden kâğıt kalem aldı. Birbirinin içine geçmiş bardak izlerini ve saatlerce ve yıllarca beklemiş bardakları ve bardakların bırakılma anlarını görmezden geldi. Koltukların arkasındaki yemek masasına oturdu.
Bir sigara yaktı.
"Rumuz" yazdı, iki nokta üst üste...
İçinde, her şeye dair, kafası karışık bir umut vardı. Net bir konu hakkında olmasa da güzel şeyler düşünüyordu. Liseden kalma alışkanlıkla, tükenmez kalemi parmağında çevirdi. Tıkır. Tıkır. Tıkır. Üst üste bekleyen noktaların üstünden geçti, yuvarladı, yuvarladı.
"Siyah Lale" yazdı, aç parantez, 37, kapa parantez.
Yazmaya başladı.
Mırıldana mırıldana çöpçatan sayfasına geçti. Kaçak Âşık, 29 yaşındaymış, Balıkesir'de yaşıyormuş, ciddi bir ilişki peşindeymiş. Gözleri maviymiş. İkinci Bahar, 63 yaşındaymış, ikinci bir bahar arıyormuş. Artık önemi kalmadığı için gözlerinden bahsetmemiş. Yabancı ise 42 yaşındaymış, kimseyi aramıyormuş, biri onu bulsun istiyormuş.
Ben peki, dedi, birini mi arıyorum, yoksa bulunmak mı istiyorum? Aramak kelimesi içini acıttı. "Herif arıyormuş zilli" dedi hiç tanımadığı dudaklar, sigara kokan basık odalarda birbirlerine kuru pasta dolu tabaklar uzattılar. Yine onlar, ah onlar...
Melda sigarasını söndürdü. Çaydanlıktaki suyun fokurdadığını duyunca yerinden kalktı. Mutfak tezgahının üstündeki ince belli bardağa zift gibi bir çay koydu. "Bu da benim kötü huyum" derdi Murat Bey, "Şu çayı illa ince bellide içeceğim." Mizah duygusunun zayıf olması, bulmacaları tükenmez kalemle çözmesi ve en olmadık zamanlarda akla gelmesini saymazsak, iyi bir adamdı Murat Bey.
Eli yanınca, çay bardağını ah diye masaya bıraktı. Paşa çayı olsun teyzesi, demek istedi, kek ve poğaça kokan bir salonun ortasında. Aklındaki ılık çaya, hayali bir çocuğun uzandığını görür gibi oldu. Hadi paşam, dedi çocuğa, uslu uslu iç şimdi. Çocuk sus pus bekledi. Anne, demedi, neden paşa çayı diyolar buna, diye sormadı. Oysa Melda, kendisine böyle saçma sorular sorulmasını çok isterdi. Anne kelimesinin her tonunu duymaya ve bütün acayip sorulara uzun zamandır hazırdı. Çocuğu ne sorarsa sorsun şaşırmayacaktı. Oğlunun saçlarını tarakla sola yatırırken, paşaların savaş meydanındaki zamansızlığından dem vuracaktı ona. At sırtında toz duman paşalar geçecekti aralarından. Elbet bir gün.
"Bu yaştan sonra zor" dediler en tıbbi sesleriyle, apartman boşluklarında, "Bizim bir Nesrin vardı, doğumda öldü anacım" diye konuyu cümle içinde kullandılar. Kocasının da perişan olduğunun altını çizdiler. Anacım... Melda, kelimenin bu tonunu hiç düşünmemişti.
Sıcak çayı parmaklarının ucuyla tutarken, gazeteyi koltuğunun altına sıkıştırdı. Salondaki büfenin çekmecesinden kâğıt kalem aldı. Birbirinin içine geçmiş bardak izlerini ve saatlerce ve yıllarca beklemiş bardakları ve bardakların bırakılma anlarını görmezden geldi. Koltukların arkasındaki yemek masasına oturdu.
Bir sigara yaktı.
"Rumuz" yazdı, iki nokta üst üste...
İçinde, her şeye dair, kafası karışık bir umut vardı. Net bir konu hakkında olmasa da güzel şeyler düşünüyordu. Liseden kalma alışkanlıkla, tükenmez kalemi parmağında çevirdi. Tıkır. Tıkır. Tıkır. Üst üste bekleyen noktaların üstünden geçti, yuvarladı, yuvarladı.
"Siyah Lale" yazdı, aç parantez, 37, kapa parantez.
Yazmaya başladı.
0 Yorumlar