Karanlığın içinden artçı depremleri andıran adımlarıyla, yıldızları sarsarak geldiler. Peşindeydiler. Bünyamin önünü görmeden koşuyordu. Zemin daha önce hiçbir dilde telaffuz edilmemiş, Bünyamin’in gerilen bacaklarında adını arayan hevesli bir bilinmezlikti. Tanımadığı adamlardan bilmediği istikametlere kaçıyor, fırsat buldukça arkasına dönüp peşindekilerin yüzlerini seçmeye çalışıyordu. Nefesi tükeniyordu. Yüreği köpürmüş bir atın çiftesi olup dövüyordu göğsünü. Her nefeste gırtlağına biriken toplu iğneleri yutkunmaya dahi vakit bulamıyordu. Başını çevirip tekrar ardına baktığında iyice yaklaştıklarını gördü. Hızını arttırmak için var gücüyle atıldığında ayağı bir taşa dolandı; düştü. Düşerken gökte en başından beri sallanıp duran yıldızları da aldı altına. İstemsizce soluduğunda ağzına dolan su, toplu iğnelerle birlikte ciğerlerine kadar aktı. Başını su birikintisinden kaldırıp içinden bir Bünyamin daha çıkartırcasına şiddetle öksürmeye başladı.
Bünyamin kendini toza dumana bulayan bir katır gibi öksürükler içinde debelenirken kara ayaklar gelip çevresini sardı. Etrafta en ufak bir ışık hüzmesi dahi olmamasına rağmen rugan ayakkabıları parlıyordu hepsinin. Bakışlarını yukarıya kaldırdı Bünyamin. Ayakkabıları gibi giysileri de birbirinin aynıydı. Biraz daha yukarı baktığında ise ruhu bir afiş gibi gerilip kaburgalarına yapıştı. Gözleri irileşip yabancılaştı. Bünyamin’den ayrı bir kişilik kazanıp dehşet içinde koşmaya devam ettiler. Sarkık dillerin geceyi yapan kör karanlığın içinde gümüş birer bıçak gibi parladıklarını gördü.
Gözlerini yeniden yumduğunda cebindeki çakmağı anımsadı. Lakin cebinin yerini bir türlü hatırlayamıyordu elleri. Titrek birer kuş olup havada serseri kanatlar şakırdattıktan sonra dönüp yine karnının üzerinde birleşiyordu. Bünyamin’in bu haline acıyan çakmak kendini çıkartıp yaktığında üstüne dikilmiş cellat bakışları buldu. Cellat ve tanıdık yüzler… Ayakkabıları, giysileri gibi yüzleri de birbirinin aynıydı. Islak burunlarından, sarkık dillerinden yükselen duman Bünyamin’in saçlarına değip buharlaşıyordu. Kımıldayamıyordu Bünyamin. Şaşkınlık içinde, etrafını çevrelemiş iyi giyimli, çocuk bakışlı köpeklere bakıyordu. Köpekler ellerini ceplerine götürüp birer paket kâğıt mendil çıkardılar, Bünyamin’e uzattılar. Hangi yüzü seçeceğine karar veremeden sesini çevreleyen duvarları yıkıp şaşkınca haykırdı gecenin içine: “Bosi!”
Bir heyelan gibi kayarak uyandı Bünyamin. Yaz sağanağı, sac çatının gövdesinde zamanın gagasıyla açtığı geveze deliklerden sızıp yüzüne damlıyordu. Hurdalığın bir kısmı yağmurlu havalarda da çalışabilmek için sac çatıyla kaplanmıştı. Bünyamin kulübenin üzerine eski bir yatak uydurmuş, öğle yemeğinden arttırabildiği kısacık zamanlarda kulübenin damında, çatının altında uyumayı alışkanlık haline getirmişti. Fakat ters giden bir şeyler vardı dünden beri. Haziran koca karınlı, sarkık derili, ufunet kokulu bir hezeyan olup üzerine serilmişti. Doğrulup köpeğin olması gereken boş yuvaya baktı önce. Durmuş Ali’nin çok yağlı ve mavi el yazısıyla girişinin hemen üzerine konduruluvermiş “Bosi’nin Malikânesi” ifadesini gördü. Başka zaman olsa kapıdan kafasını çıkarmış, bıkkın gözleri ve sarkık yanaklarıyla “hiçbir şey değişmeyecek” der gibi bakan köpeği de görürdü. Aralarında gizli bir mutabakat vardı Bosi’yle. Bünyamin uyuduktan tam elli dakika sonra köpek kurulmuş bir saat gibi havlamaya başlıyor, Bünyamin uyanana kadar da susmuyordu. Artık yoktu Bosi. Sır olmuştu. Patron biricik köpeğini iki gün boyunca boşuna aramış, hiçbir yerde bulamamıştı.
Kulübenin demir basamaklarını ağır ağır inerken gördüğü kâbusa bir anlam yüklemeye çabalıyordu Bünyamin. Kimse yoktu ortalıkta. Patron ve arkadaşları zavallı Abdülnasır’ın küçücük evladı Ahmet’i toprağa vermeye gitmişlerdi. Tesellilere yabancı, vedalara dilsiz olduğundan cenaze boyunca hurdalıkta nöbetçi kalmaya hemen gönüllü oluvermişti. Eski tulumbaya doğru yöneldi. Bir eliyle tulumbanın koluna çöküyor, öteki eliyle kış boyunca toprağın altında soğuk masallar biriktirmiş kuyu suyunu yüzüne çarpıyordu. Soğuktan mıdır, masallardan mıdır, yoksa tulumbanın kolundan yükselen yaslı gıcırtıdan mıdır, Abdülnasır’ı düşündü. Narin ellerinin derileri paslı demirlere yapışıp giderken adını yapan harfleri de bir bir yitirmişti. Önce a gitti. Sonra b, d, u ve l de a’ nın peşi sıra gittiler. Geriye sadece Nasır kaldı. Hem adında hem avuçlarında... Durmuş Ali ve Cuma’nın dilinden herkese sirayet etmişti yeni adı; Nasır aşağı, Nasır yukarı günleri başlamıştı.
Yemekte gün aşırı çıkan yeşil mercimeği kaşıklarken, tatlı aksanıyla “Vallah devlet zalimdir, patron daha zalimdir” deyişini getirdi hatırına. Durmuş Ali’nin ve Cuma’nın gün boyu süren tacizlerine aldırmadan bir karınca gibi çalışan, buna rağmen de üçte bir yevmiye alan bu Suriyeli; kara, zayıf bir örümceği andıran adamı gördüğü ilk andan itibaren sevmişti.
Küçücük Ahmet’i ise hiç görmemişti. Haberini almıştı yalnızca. Kuşlar maviliklerden akıp gelip çocuğu anlatmıştı. Kırmızı ışıklarda koşturup duran minik ayaklarının nasıl üşüdüğünden, cebindeki mendilin beyazını boyunun yetmediği camlara nasıl buladığından, bir sonraki kırmızı ışığa kadar içinden hangi kavuniçi oyunları oynadığından, bilmediği bir dilde yalvarmanın minicik ruhuna kondurduğu küçük morluklardan bahsetmişlerdi.
Baskı makinesinin şalterini kaldırdığında binlerce beygirlik motordan tembel bir horultu şahlanıp hurdalığın dört bir yanına koşmaya başladı. Durmuş Ali’nin içlerini soba boruları, emaye eskileri ve artık hiçbir işe yaramamanın hüznüyle malul kap kacaklarla doldurduğu varilleri makinenin ağzına bir bir sürmeye başladı. Pompaya çöktüğünde makinenin tablası ağır ağır indi. Varil derin bir inilti çıkartarak kendi üstüne çöktü. Pompa basınçla karşı koymaya başlayınca bu sefer kolu yukarı kaldırdı. Yediği baskıyla bir bisiklet tekeri gibi incelen varili makineden çıkartıp kenara yuvarladı. Sonra varillere bakıp Nasır’ın anlattıklarını getirdi hatırına. “Bir varil bombası” demişti. Nemlenen gözlerini Bünyamin’in hiç görmediği coğrafyalara götürüp çöl rüzgârlarında kurutmuş ve devam etmişti. “Karım ve beş çocuğum öldü. Sadece Ahmet’i kurtarabildim.”
Yeniden içleri hurda dolu varillere baktı Bünyamin. Başka bir coğrafyada bu teneke bidonların insan öldüren bir silah olarak kullanıldığını bilmek tüylerini bir kere daha ürpertti. Bir diğer varile uzanırken iki gün önceyi düşünüyordu. Şehrin içinde bir yerde, eski bir şantiyenin hurdalarını yüklüyorlardı. Öğle yemeği için yakındaki markete yaz helvası ve kola alamaya gittiğinde ansızın Şükran’la karşılaşmıştı. Yanında altın bir para gibi sapsarı bakan, incecik bir başka kız vardı. Neşeli kıkırtıları market raflarını teker teker yoklayıp çıktıkları yere, bembeyaz dişlerinin ucuna, değiyordu yeniden. Bir anda Şükran’la Bünyamin göz göze gelmişler ve Şükran kaçırıvermişti bakışlarını. Yanındaki altın kızı da sürükleyip başı önde, ivecen adımlarla terk etmişti marketi. Bünyamin şaşkın, içinde kahır çiçeklerinin tomurcuklanışını duyarak bir müddet arkasından bakakalmıştı. Ne köpeğin kayboluşu ne de küçücük Ahmet’in talihsiz ölümü iki gündür aklını kurcalayıp duran soru kadar tesir göstermiyordu ruhunda. Şükran neden utanmıştı?
Okul sıralarında ekmek arası patatesi, ayranı ve çocukça bir aşkı paylaşanlar onlar değil miydi? Kırmızı bir dudağın, ılık bir sesin çevrelediği ağzından tatlı sözler şakıyan o kız Şükran değil miydi? “Bu dünyada yapayalnız kalabilmek için sana ihtiyacım var” demişti upuzun teneffüslerden birinde. Sonra boynuna hatırladıkça hâlâ kanatları kıpırdayıp duran kelebekten bir öpücük kondurmuştu. Bünyamin doğduğu andan itibaren büyüttüğü eksikliğin eşiğinden atlayıp o büyülü öpücüğün dolaylarında tamam olmuştu.
Ya şimdi neden utanmıştı Şükran? Kirli giysilerinden belki. Kara ellerinden, kuruyan terinin gömleğinde bıraktığı tuz lekelerinden, küf kokusundan... Belki de her şeyden...
Pompaya tekrar çöktüğünde gelecek zaman belirsizlikleri hücum etti aklına. Üniversiteyi kazanıp başka bir şehre gitmeyi düşledi. Şükran’la birlikte. Aynı şehir, aynı okul, aynı denizin kıyısı, aynı sokaklar, belki aynı vapur...
Hayal gücünü gelecek düşleriyle meşgul tutarken Cuma’nın iş eldivenleri takıldı gözüne. Yıpranmış parmak uçlarındaki küçük delikler devasa girdaplar doğurup yuttu Bünyamin’in düşlerini. Durmuş Ali’nin memnuniyetsiz sesi yankılanmaya başladı kulaklarında.
“Yemekte gene yeşil mercimek çıkmış. Bu namussuz patron şu iti bile daha iyi besliyor bizden.”
Köpeğin yokluğunun delili olan boş kulübeye dikti gözlerini Bünyamin. Bosi’nin önüne atılan tavuğu Cuma ve Durmuş Ali’nin düşman bakışlarından kaçırırcasına aceleyle çiğnediğini görür gibi oldu. Nasır yazıhanenin merdivenlerine çömelmiş poşusuyla boynunu kuruluyordu sanki. Henüz küçücük Ahmet bir halk otobüsünün tekerleklerinin altında bir sakız ambalajı gibi çiğnenmemişti. Patron gözlerini uzaklara çevirmiş, tozu dumana katarak gelecek bir atlıyı beklercesine uzak ve uzun bakıyor, kalın parmaklarıyla göbeğini kaşıyordu. Onları bir bir gördüğü seraba yerleştirdikçe, kendisini parça parça yok ediyordu Bünyamin. Kopan her bir parçası aynı soruyu soruyor ve cevapsız kum taneleri olup yele karışıyorlardı. Şükran neden utanmıştı?
Bünyamin’den geriye yalnızca baskı makinesinin pompasına çöken eli kalmıştı. Varil makinenin muazzam gücüyle ezildikçe kemik çıtırtıları duyuluyor, tuhaf bir koku zuhur ediyor, varilin yırtılan gövdesinden kan sızıyordu. Bünyamin’in artık sırlara karışmış aklına Durmuş Ali ve Cuma’nın mercimeklerini kaşıklarken Bosi’ye yoğun bir kinle baktıkları geliyordu ansızın. Çıtırtılar çoğalıyor, kan gittikçe yoğunlaşıyor ve makinenin tablasından Bünyamin’in ayaklarının basması gereken boşluğa değin akıyordu. Bir köpek ölüsü diş diş sırıtarak buradayım diyordu.
0 Yorumlar