Şu lanet olası göz kalemini altıncı defa yüzüme yayılmış şekilde görmeye tahammül edemiyorum. Üniversite sınavını bile ilk girişimde kazandım da şu makyaj işini bir türlü beceremedim. Fondöten de kullanmazdım, burnumun üzerindeki yara izi olmasaydı eğer. İnsanın pişmanlıklarından kurtulmak için öğrenemeyeceği şey yok. Bu yüzden fondöten sürmeyi göz kalemi sürmekten çok daha çabuk öğrendim.
Peki, iki yıldır her sabah kusursuzca yok ettiğim bu iz, neden şimdi kapanmıyordu? Neden kaç kat fondötene rağmen inatla yok olmuyordu. Tabii ya üç kat değil ki dört kat sürerdim. Bu yapay tenin, yüzümde oluşturduğu maskeyle anbean palyaçoya dönüşümü kendim de görebiliyordum. Umurumda mı? Asla! O yara izi kapanacak.
Kapanmadı.
Onun beni kandırdığı gibi kandırmıştım kendimi. Kusursuz aldatmacayı ondan öğrenip kendime uygulamış, Guido Fawkes’e dönmüştüm. Bu yüz benim değildi. Aynada gördüğümse bir maskeydi. Maskelerin altındaki fikirlerin ölmeyeceğini filmlerden, duyguların öleceğini ise hayattan öğrendim. Yara izinden çok daha fazlasıydı bu iz. Bir kara delikti, her baktığımda beni sürekli içine çekip o güne götüren…
***
Kendimi önümde duran takside buluvermiştim o gece. Şoförün sorduğu soruları duymuş, cevaplayamamıştım.
“Abla ne tarafa?”
Sahiden nereye gidiyordum? Çalan şarkı, şoförün kulaklarımda uğuldayan sesi cevabını vermekten ürktüğüm bu soruyu, daha da anlaşılmaz kılmıştı. Bana yollanmış konum mesajını cevap olarak uzatmıştım şoföre.
“Geldik abla”
Nereye?
…
Bilinmeze! Bile bile bilinmeze gelmiş olmak… Sırf bu duygu için bile binlerce kez pişman olup kendimden iğrenebilirdim. Hızla atan kalbim ona doğru koşmak istemeseydi eğer… Arka koltukta büzüşüp öylece oturmuş, şayet inersem geri dönememekten korkmuştum. Yanlışlarımı telafi etme konusunda başarısız olduğumdan, telafisi güç durumların içinde olmaktan hep kaçınmıştım. Ama o an üniversite zamanlarımda acımasızca eleştirdiğim, saçma hevesler uğruna güvenilmez adamlarla birlikte olan kızlardan daha aptaldım. Aylardır sadece telefonda konuştuğum adamın hayatından, bana karşı olan sevgisinden, adından dahi şüphe ettiğim, yani kaçınmam gereken bir yanlışa ürkek adımlarla ve içimde büyük bir tutkuyla ilerlemiştim. Adımlarımla ruhumun bu zıtlığında kalan ben, kahretsin ki üniversite çağını da çoktan geçmiştim!
Sokakta bir adam avazı çıktığı kadar bağırmaktaydı. Kim bilir, kime ve neden bağırıyordu? Önce o bağırış, ardından gözüme vuran karşı şeritteki arabanın farı beni kendime getirmişti. Şoförün iyice garipleşen bakışlarıyla da toparlanmıştım. Taksimetrede yazan tutarı ödemiştim; araçtan inip hızlıca yürümüştüm arkama bakmadan. Topuk sesim boş sokakta değil tüm evrende yankılanmıştı. O ses, en kararsız halimde çıkartabildiğim en kararlı sesim olmuştu. Hâlâ duyuyorum.
Nihayet asansöre gelmiştim. Her şey bir anda durağanlaşmış, tüm o heyecan, yerini saf korkuya bırakmıştı. Aylardır kendini Zeus’un tutkuyla bağlandığı Hera gibi hisseden bu kadın, şimdi avantür bir hikâyenin başkahramanı mıydı? Saçmalıyordum. Ve işin kötüsü saçmaladığımın tüm benliğimle farkındaydım. Sonsuz tırmanış bittiğinde önümde uzun bir koridor belirmişti. Yürümüştüm... Her adımda eğilip bacaklarımın yok olup olmadığını kontrol edecek kadar tedirgin hissederek, yürümüştüm...
Kapı açıldığında içime çektiğim kokusuyla kollarındaydım işte. Öylece durmuştuk ve durdukça bedeninin sıcaklığı tüm vücuduma yayılmıştı. Hâlâ hissedebiliyorum. Güvenmediğim adam, sonsuz bir güven hissi vermişti o an. Ne tuhaf! Birbirine zıt, birbirinden uzak onca duygu nasıl bu kadar hızlı yaşanabiliyor? İnsanın kendisinin bile bilmediği yerler var ruhunda ve biri gelip onları eliyle koymuş gibi buluyor.
Pencereden yüzüme çarpan esintiyle uyanmış, pamuklu pikeyi üşüyen bacaklarıma iyice çekmiştim.
Neden yanımda değildi? Neden birbirimizin kollarında uyanmadık? Ara ara gelen kısık sesini duyduğumda, aklımı işgal eden iyi niyet melekleri bunun, beni uyandırmamak için olduğunu düşündürmüştü. Telefonla konuşuyordu. Banyodaydı. Kulak kabarttığımda anladım ki konuştuğu bir kadındı ve üstelik kadına kur yapıyordu. Ne aptalmışım! Neyin açlığıydı bu, asla anlayamadım. Peki, dün gece seviştiği, bu sabah yanında uyandığı ben kimdim? Neyi oluyordum onun? Cevaplarının sadece benim için önemli olduğu bu sorular, midemi bulandırmıştı. Ağız dolusu kusup içimde ne varsa ondan bana karışan, çıksın istiyordum. Hemen! Çakılmıştım sanki yatağa, kolumu bile oynatamamıştım. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile çıkmıştı banyodan. Yatağa uzanıp sokulmuştu iyice bana. Mermerden bir heykel gibi hareketsizdim. Umursamamıştı. Onu duymuş olma ihtimalim mi aklına gelmiyordu yoksa bu ihtimal onu rahatsız mı etmiyordu? Bunu da asla anlayamadım ama ikinci olasılık kısmi felç geçirmeme neden olabilecek kadar etkili bir his yaratmıştı vücudumda. Ve tüm bunlara rağmen, tutkuyla sarılışına kayıtsız kalamamış, yorgunluktan sızana kadar da sevişmiştik.
Gözümü açtığımda bu kez olmasını hayal ettiğim gibi sarmaş dolaştık. Telefonuna gelen mesaj bildirimini görmek için hareketlendiğimde uyanmıştı o. Beni alnımdan defalarca öpüp telefonuna uzanmıştı. “Kim?” sorusu çıkıvermişti ağzımdan. Çekinmeyip uzatmıştı telefonunu: “Oku.” “Merhaba, ne haber?” diye yazmıştı Didem. Pikeyi üstüme çekip ona sırtımı dönerek kıvrılmıştım yatağın içinde. Uzun bir süre yazışmaya devam etmişti o da, sanki yokmuşum gibi. İnsanın en mahrem anlarına sürülen lekeymiş gerçek saygısızlık, o an öğrenmiştim.
Bütün gün el ele gezmiştik. Ellerimiz her kenetlendiğinde banyoda sessizce konuştuğu o kadına da, Didem’e de, bütün yalanlarına da ustaca kılıflar giydirmiştik. Onunla olduğum iki günü keyifli ve sorunsuzca geçirip yaşadığım hayal kırıklığının ve ihanetin hesabını sormamıştım. Hayatımın sonraki kısmında olmamasına karar verdiğim bu adam için hiçbir savaş vermemiştim. Çünkü aşk hayal kırıklığı ile başlayamazdı. Bitmeliydi.
Son sabahımızda duşumu alıp hazırlanmıştım. Vücut hatlarımı ortaya çıkaran beyaz pantolonumdan mı etkilenmişti yoksa gizliden gizliye almış olduğum, onunla görüşmeme kararımı mı hissetmişti bilmiyorum. Ama bana uzunca bir süre sarılıp öylece kalmıştı. Kafasına gitmeyi koyan bir kadını, hiçbir sarılma durduramaz. Gitmeliydim.
Birbirinden uzak kentlerde, birbirinden uzak iki kişiydik artık.
Üç gün sonra çalan telefonumda adını görünce, aldığım görüşmeme kararımı uygulamaya bile çalışmamıştım. Ona duyduğum özlem, onunla yaşadığım anları kıymıklara bölmüştü ve her batan kıymıkla canım yanmaya devam etmişti. İnsanın bildiği yalanların hesabını sormayışı ile gözünün görmediği yalanlara kolayca ikna olmasının altında yatan neden aynıydı: Mutlu olma isteği. Daha sert ve daha ısrarlı dönüşlerini her seferinde bu saçma düşünceyle kabul etmiştim. Onunla ilgili yapmam gereken doğruları hep bildim, ancak hiç uygulayamadım.
Ne kadar hızlı hareket edersem, aklımdakilerin de o kadar hızla dağılacağını zannediyordum o ara. Görülmeyen köşelerin dahi tozunu alıyordum. Çünkü düşüncelerimden daha hızlı bir araya gelen tek şey tozlardı. Toparlayamadığım düşüncelerimin hırsıyla dolabın üzerindeki tozları tek hamleyle dağıtmıştım. Alıp da veremediğim hediyesi, oradaydı işte. Ne diye saklamıştım, tekrar görüşme umudumun simgesi mi yapmıştım ben bunu? Olması gereken yer bu dolabın üstü değildi, artık değildi, çöptü. Ne vardı o kadar geriye itecek. Parmak ucumla tuttuğum şişeyi kendime çektiğim andan sonra hissettiğim o acı… Ve şu an parmağımı üzerinde gezdirdiğim, ona gitmek için taksiye bindiğim o geceden şu lanet hediyeyi gördüğüm ana kadar, yaşadığım her şeyi ölümsüzleştiren iz. Bazen zaman yarayı gizler, bazen de yara zamanı.
***
İçimde oluşturduğu boşluğu artık anlamlandırabiliyordum. Ruhumdaki travmaların nedenini gördüm aynada. Önce kendine taktığı, sonra benden takmamı istediği maskeyi çıkardım. Yüzümü yıkadım. Yaramı sevdim.
Çünkü aşk, karşındaki surette kendini görebildiğinde bir mucizeye dönüşebilirdi ancak.
Bu adam, bana Tanrı’nın ettiği bir küfürdü.
Şafak Akyazıcı - Bile Bile Bilinmeze Gelmiş Olmak
Masa Dergi, 11. Sayı
0 Yorumlar