Bursa’ya gidişim Sadiye’yi memnun etmişti; eve vardığım zaman güya aramızda hiçbir şey olmamış gibi beni karşıladı ve iltifata boğdu ancak hizmetkârlar dağılıp yalnız kalmak zamanı gelince tereddütsüz arkasını dönüp dairesine çekildi; bu hale çok üzülmüştüm.
Haver’in hastalığı zamanında uzun yokluğum, Sadiye’nin yalnızca Bursa’ya gelmesi, epeyce halkın ağzında yanlış yoruma sebep olmuştu, bunu daha o akşam anladım. Ortaya çıkan yanlış yorumları ortadan kaldırmak üzere Bursa’daki kalış süremi uzatmaya karar verdim, o günkü postayla yazdığım uzun mektupta bunu Haver’e açıkladım.
Üç gün geçti, hal hep öyleydi. Sadiye ile hizmetkârlar karşısında sevmeli karı koca, kendi aramızda birbirinden nefret eden iki kişiydik, bu süre zarfında Haver’den mektubumun cevabını aldım, şöyle yazıyordu:
“Sevgili beyim!
Bahtiyarım, evimizin penceresinden denizi seyrediyorum, gökyüzünün Adalar ilerisinde denizin yüzeyine nasıl yansıdığı, birbiriyle uyumu beni mutlu ediyor, hele o Adalar’ın arkasından görünen zirvesi beyaza bürünmüş dağın eteğinde sizin bulunduğunuzu düşündüğüm için pencere önünden ayrılamıyorum.
Hiç evden çıkmıyorum, ömrüm penceremin önünde, bahçedeki ağaçlar altında geçiyor fakat garip ki o gökyüzüne başkaldırmış karlı dağın olduğu taraf, hep başımı başka tarafa çeviremediğim bir taraf, niçin olduğunu söylemek lazım değil, değil mi?
Hava pek güzel, buranın temiz havasından memnun oldum; kuvvetim artıyor, ara sıra kalbimi titreten aşkımız da kuvvetimi daha da artırıyor olmalı ki her günkü titreşimi artıyor; ah onu kucağıma aldığım, hele sizin kolunuz üstünde gördüğüm günkü mutluluğuma acaba tahammül edebilecek miyim?
Ah, işte yine hüzünlendim, yüce bir kalbi ağır surette yaraladım; o kalp sizi sever, affeder fakat beni asla affetmez!
Haver”
Bu mektup da beni çok sevindirdi. Çok düşündürdü. Tuhaftır. Bir hafta zarfında elime geçen iki mektup son derece şaşırtıcı derecede mutluluğum olmuştu.
İki gün daha geçti; bir sabah Çekirge’deki evimizin penceresinde oturmuş, Bursa’nın hoş vadilerini seyre dalmıştım, vakit erkendi; fikrim Haver’in bana yazdığı gibi karşıki vadinin sonundaki dağın diğer tarafında, denizlerden uzak bir sahildeki ruhumu beslemekle meşgul oluyordum; o anda evin önündeki tozlu şoseden bir atlı geldiği gözüme ilişti.
Atlı, kapımızın önünde durdu, elinde kırmızı kâğıt vardı, öyle bir heyecanla aşağı atladım ki tarif kabul olunmaz; zira elimi uzattığımda kâğıdın telgraf olduğunu anlamıştım.
Burada Raci Efendi yine yazıhanenin gözünü açıp arkadaşlarına kırmızı telgrafı çıkardı, son kısmı buydu: “Bir oğlumuz dünyaya geldi, annesiyle oğlumuzun sağlığı gayet iyidir.”
Artık sabır ve tahammülüm kalmadı, daha vapura vakit olduğundan hemen bir araba ayarladım; Sadiye’ye İstanbul’a gideceğimi haber verdim, zannedersem anladı.
Arabada, sonra vapurda geçirdiğim heyecanı tasvirden acizim! Hele vapur Sarayburnu’na yaklaşırken Ayastefanos’u ileride, sahil boyunda gördüğüm zaman hemen vapurun yönünü oraya çeviremediğime o kadar üzüldüm ki tarif edemem!
Saat onda minimini oğlum kucağımdaydı.
0 Yorumlar