Dünyaya Geldim Gitmeye - Sadettin Ökten, Kemal Sayar



KS: Kemal Sayar
SÖ: Saadettin Ökten

SÖ: Biz bir taraftan şikâyet ediyor, bir taraftan bu işi istiyor, beğeniyor, seviyoruz. Yapılan o gökdelenler boş kalıyor mu? Hayır, kalmıyor. Yapılan o gökdelenler bir iş gücü yaratıyor mu? Elbette yaratıyor. Tüketimin artmasını sağlıyor mu, sağlıyor; ekonomik hasılat getiriyor mu, getiriyor. Öte yandan, kullandığımız her objenin bir maddesi, bir de ruhu vardır. Biz o maddeyi kullanarak ondan istifade ederiz ama bir süre sonra onun ruhu bizim ruhumuzu işgal eder, başka bir insan oluruz. O objeyi üreten, bir medeniyet tasavvurudur. O tasavvuru insiyakî olarak üretmemiştir, kendi tasavvurundaki bir tercihe dayanarak üretmiştir. Kendisine ait
bir değeri ya da bir değerler manzumesini o obje üzerinden ifade etmektedir. Dolayısıyla o objeyi kullanan bir başka medeniyete mensup biri de farkına varmadan o değerler manzumesiyle tanışır. Fayda geldiği için, işlev söz konusu olduğu için objeyi hayatından çıkartamaz; dönüştüremez de. Dönüştürebilse mesele yok.Dönüştüremediği için arkasındaki değerler manzumesi gelir, size
sirayet eder. Bir süre sonra siz başka bir insan olursunuz, farkına varmazsınız. Apartman bunlardan biridir. Bakın gökdelen demiyorum, apartman diyorum sadece. Şimdi diyorlar ki apartmanda kimse kimseyi tanımıyor. Zaten apartman onun için yapıldı, kimse kimseyi tanımasın diye. Apartman, sanayi devriminin bir ürünüdür. Sanayi devrimi olunca nüfus, kırdan kente göçtü, bu göçen nüfusu
oturtacak iskân, ikamet için yere ihtiyaç duyuldu. Her gelene tek ev 
yapmak İngilizlerin lüksüydü, Fransızlar onu yapamadı, Amerikalılar hiç yapmadı. Neticede bir sıkışık yapı oluştu. Sanayi devriminin bir özelliği de bireyi yalnız, savunmasız bırakmaktır. Cemaat olduğunuz anda dayanışma olur. Size dayatılan her türlü yasayı, usulü, adabı, malı önce bir cemaatin normlarına göre denersiniz. O zaman reddetme şansınız çok yüksektir ama yalnız kaldığınız zaman zayıfsınızdır. Biliyorsunuz Frenkçedeki adı "göktırmalayan"dır. Tırmalamak menfi bir hadisedir, insanı yaralar. "Göktırmalayan" doğru bir tespit. Siz de gördünüz, ben de gördüm; Amerika’da gök dediğimiz o muhteşemliğin bekâretini tahrip ediyorlar, oraya saldırıyorlar. Ufuk çizgisi dediğimiz o mütenahiliği ifade eden çizgiyi, yerle veya denizle gökyüzünün kesişmesini büyük şehirde göremezsiniz. Dağlarla gökyüzünün iltisakını büyük şehirlerde göremezsiniz. Her ne kadar jeologlar ilmî açıklamasını yapıyorlarsa da, esas manasını okuduğunuzda Cenab-ı Allah’ın kendi takdiriyle oluşan bir iltisak olduğunu idrak edersiniz. Arzın meydana gelişi, dağların oluşumu, ovaların oluşumu, gökyüzüyle dağların ara kesiti... O ilahidir, bozmaya hakkımız yok. İnsanları onu seyretmekten menetmeye de hakkımız yok. 

KS: Toprağı yağmalanacak bir parça olarak gördüğünüzde bambaşka davranırsınız, o toprağı korunacak bir yer olarak gördüğünüzde bambaşka davranırsınız. Bakıyoruz, İslam’ın çevreyle ilgili söylediklerine; insan yeryüzüne halife kılınmış ve yeryüzü ona emanet edilmiş. Biz bir emanet almışız. Dolayısıyla o emanete hıyanet etmeme, o emaneti bulduğumuzdan daha iyi bırakmaya gayret etmek mecburiyetindeyiz. Tabiat insanın emrine verilmiştir, madem onun kullanımına verilmiştir, intifa hakkı onundur, istediği gibi kullanır diyoruz. Oysa insan, yüz milyon canlı türünden sadece bir tanesi. Börtü böceğin, kuşun hakkı var. Cenab-ı Hak onları da bizi sevdiği gibi seviyor, onlar da bir himmet. Dolayısıyla bu iştah bize sirayet etmemeli, imkânlarımız nispetinde tabiatla hemahenk olmak zorundayız. Çünkü insan tabiatla, evrenle ahenk içinde olmazsa Allah’la ahenk içinde olmaz. Tabiata, yeşile dokunduğumuz anda el Hayy’ı, el Muid’i hissediyoruz, her şeyi kuşatanı ve her şeyi dirilteni hissediyoruz. Hayata nasıl anlam kattığını, her şeyi nasıl kuşattığını görebiliyoruz. Elimize bir taşı aldığımızda bilmiyoruz belki ama onun da kendine mahsus bir hayatı var, o da kendi dilinde Allah’ı zikrediyor, tespih ediyor. SÖ: Bunun en çarpıcı örneği Kâbe’dir. Kâbe dikdörtgen taştan yapılmış bir yapıdır. Mühim olan, insanın ne düzeyde müdahale edeceği ve etmesi gerektiği üzerine düşünce üretmektir. Bu müdahalenin tarzı, tavrı, sınırı, merhalesi, miktarı ne kadar olacak, bunu bir meseleye dönüştürmek ve üzerine düşünmek bizim vazifemiz. Zaten medeniyet tasavvuru orada gündeme geliyor: Biz ne niyetle bu tabiata müdahale edeceğiz? Daha önce söylediğiniz gibi Batı’nın yaptığı sıfır maliyetli arzdır. Arzın maliyetinin sıfır olmadığı anlaşılınca sürdürülebilir kalkınma modelleri ortaya çıktı. Bir Müslüman bu işe nasıl bakacak? Bu işin felsefesini nasıl yapacak? Maddeyle ilişkisini nasıl dengeye getirecek? Onu imar mı yoksa tahrip mi edecek? Her inşa imar değildir. İmar olması için sizin medeniyet tasavvuru perspektifinizden değerlendirilmesi lazım. Arka plana baktığınızda Rönesans’la başlayan modernite esasen her şeye meydan okumadır. Buna mümasil olayları büyütüp genişletebiliriz. Türkiye şu anda ciddi manada bir teknik kadro ve beceriye sahip, finans imkânları da var; inşallah kendi kimliğimize ve hüviyetimize sahip çıkarak yepyeni yorumlar getiririz. 

KS: Bu yüksek bina hadisesi bana hep Kitab-ı Mukaddes’teki Babil Kulesi metaforunu hatırlatıyor. New York şehrini ilk gördüğümde aklıma gelen bu olmuştu. Babil Kulelerini getirip bu asra dikmek gibi gelmişti çünkü New York’ta da gökyüzünü göremezsiniz.

 SÖ: Zaten ihtiyaç da yok. Amerikan kapitalizmi size öyle bir dünya çiziyor ki o dünyada gökyüzü yok, her şey yapay. 

KS: Babil hikâyesinde insanlar Tanrı’ya meydan okumak için bir kule dikiyorlar. “Öyle bir kule dikeceğiz ki şanı her yerden duyulacak. Öyle bir kule dikeceğiz ki Allah’la yarışacağız,” diyorlar. Allah da onların dillerini dolaştırıyor ve artık birbirlerinin lisanını anlamaz oluyorlar. Bu muazzam bir metafor. Kutsal kitaplardaki hikâyeleri hep böyle daha derin anlamlarıyla, semboller üzerinden düşünmek lazım. Günümüzde insan, firavunlaşma temayülü içinde.

SÖ: “Musa’nın Tanrı’sını görmek için şöyle yüksek bir kule yap da görelim,” diyorlar. Aklıma uzaya giden ilk insan olan Gagarin’in sözü geldi. “Gökyüzüne çıktım ama Tanrı’yı göremedim,” demişti Gagarin. Halbuki kendisine baksa görecekti.

Yorum Gönder

0 Yorumlar