Ali Teoman - İnsansız Konağın İkonu


  "Kaç zaman oldu ? Kaç zaman olduğunu ben de bilmem, Bey. Zaman dediğin bazen güne haftaya vurulmuyor, sayıma ölçüme gelmiyor hep. Ama..."
   Burada susuyor biraz. Batık gözleri Haliç'in bulanık sularına dalıyor, sigarasından derin bir nefes çekiyor, uzun uzun susuyor. Sonra birdenbire, derinlerden gelen boğuk bir sesle başlıyor tekrar konuşmaya. 
   "Ama uzun zaman oldu, inan. Uzun, çok uzun zaman oldu. Belki bir ömür kadar uzun bir zaman... Ama zaten ömür dediğin nedir ki, Bey?
   "Nedir ömür, Mürsel?"
   "Ömür bazen bir nefes, Bey. Bazen dipsiz bir su, in in bitmiyor, ama çoğun bir nefes."
   Bir nefes ömür... Aramıza bir karakedi gibi giren bu uğursuz "Bey" gölgesinin üzerinden atlamaya çalışarak bakıyorum Mürsel'e. Yaşam, insanların yollarını ayırıyor. Yabancı, soluk fotoğraflara dönüşüyor zamanla çocukluk anıları. Yirmi yıl önce, sabahın dördünde kalkıp, kıçtan takma motorlu ufacık bir botla Galatasaray Adası açıklarında parakete atmaya gittiğimiz sıralarda "Bey" yoktu henüz, ne de lodosta Kandilli koyunu basan çöp yığınlarının arasında domates, karpuz kabuğu ve limonları toplayıp, sandaldan sandala deniz savaşı yaptığımızda, hatta ne de bundan on beş yıl öncesi, ikimiz de on sekiz yaşlarındayken, ben üniversiteyi okumak için Amerika'ya gideceğim sırada vedalaştığımızda. 
   Ama şimdi geriye bakınca anlıyorum ki, yine de adlandırılamayan bir şeyler, bir ayrı gayrılık, bir başkalık vardı hep, ne onun ne  de benim çocuk aklımızla ayırdına varamadığımız. Gizli, uğursuz bir kehanet, zamanla boy atıp serpilmesi, her yanımızı sarması, elimizi kolumuzu bağlaması kaçınılmaz olan, kötü bir tohum, bir hastalık tohumu. Bunca zaman sonra, otuz yaşlarında iki yetişkin insan olarak karşılıklı oturuyoruz yine Haliç'teki bu balıkçı kahvesinde, ama o iki teklifsiz çocukluk arkadaşı yok artık. Mürsel Kaptan ve Makine Mühendisi Kemal Bey var onların yerine.
   Kendi ellerime bakıyorum. Beyaz ve küçük eller. Onunkiler ise kemikli, iri ve kaba, yırtıcı birer kartal pençesini andırıyor. Parmaklarında birçok misina kesiği var. Denizin tuzlu suyunda pişmiş, yağız eller bunlar. Tıpkı yüzü gibi. Çatık kaşlı, güneş yanığı bir yüz. Avurtları çökük, alnında kırışıklıklar var. Yanaklarının üstlerine dek bir haftalık, fırça gibi ve kırçıl bir sakal uzanıyor. Daha bundan yıllar önce, Poyrazköy'deki balıkçı kahvelerinde ona "Karamürsel" diye isim takmış olduklarını anımsıyorum. 
   "Ve biz nefesin yarısındayız, Bey."
   "Evet, Mürsel Kaptan." diye onaylıyorum sözlerini, "Ama yine de belli olmaz, bakarsın sonudur o nefesin, ya da bir de bakarsın daha başındayızdır."
   "Doğru, belli olmaz, Bey."
   Cüzdanımdan karımın ve kızımın fotoğraflarını çıkarıp gösteriyorum Mürsel'e. Dikkatle inceliyor ve "Allah bağışlasın!" gibi bir şeyler mırıldanarak geri veriyor. Eski tanıdıklardan konuşuyoruz. Ailemi soruyor. Babamın iki yıl önce vefat ettiğini öğrenince başsağlığı diliyor. Sigara tutuyorum. Benim bu kahvede ne de olsa misafir sayılacağımı söyleyerek, o bana kendi paketinden ikram ediyor. Birer sigara yakıyoruz.
   "Ya sen, Mürsel," diyorum, "dünya evine girmedin mi daha?"
   "Hayır!" anlamında başını sallıyor.
   "Peki, ciddi görüştüğün bir kız filan?"
   "Yok!" diyor kısaca. Sesinde keskin, acıtıcı bir şeyler var. Eski defterleri tekrar açmak istemediğimden, daha fazla kurcalamıyorum.
   Birer sigara daha yakıyoruz. Bu sefer, benim sigaramı kabul ediyor. Buna karşılık, çaylar ondan. Sabaha dek gözüme uyku girmeyeceğini bile bile, balıkçı kahvelerine özgü bu "kelle" çayı tadını çıkara çıkara içiyorum. Biraz daha havadan sudan, denizden,  balıktan konuşuyoruz. Beş metrelik, pancar motor bir teknesi var Mürsel'in. Bu sene lüfer gecikmiş. Balığın ekim ortalarında Karadeniz'den ineceğini umuyorlarmış. Kasıma kalırsa, iş kesata varacak. Yapmamam gerektiğini bile bile, daha fazla dayanamayıp, dosdoğruca soruyorum.
   "Katya'yı hiç görüyor musun, Mürsel?"

Yorum Gönder

0 Yorumlar