Elimi yüzümü yıkayıp sakal tıraşı olmama rağmen ayılamamıştım. Toplandığımız yerin oradaki otomattan kahve aldım bir bardak. Sırada bekliyorken iç geçirip durdum. Ne işim vardı karganın bile bokunu yemediği bir saatte bu kalabalığın, bu gürültünün ortasında. Evde, sıcacık yatağımda olmam gerekirdi. O debriyaj fabrikasının birkaç günlük çalışanı olmalıydım. Özlem’le konuşmalı, buluşmalı, bir yerlere gidecek olmalıydım. Burada, ülkenin dört bir yanından gelmiş erkeklerle birlikte ne yapacağımı bilmez bir halde bekliyor olmamalıydım. Gökyüzüne bakıp az önceki renk tonundan daha açık bir seviyeye gelişini şaşırarak seyrediyor olmamalıydım.
Anneannemin evini hatırladım. Öğlen sıcağında öyle serin kalabilmesine daima şaşırdığım yatak odasında yattığım zamanları. Hava oldukça sıcak. Uzaklardaki koyunların melemeleri dışında duyulan herhangi bir ses yok. Kapı açık. Sinekliğin boşluklarından giren rüzgâr perdeyi dalgalandırıyor. Dalgalanan perde camdan yansıyıp odanın ortasına düşen güneş ışığını dans ettiriyor.
Farkında olmadan sıktığım plastik bardaktan taşan kahve elime döküldü. Usta askerlerin gelmesiyle kahvaltıya gittik. Kahvaltıdan sonra yemekhanenin önündeki arazide bekliyorken birilerinin nizamiye kapısının oraya doğru koşturduğunu gördüm. Çocuklardan birinin firar etmeye kalkıştığı anlaşıldı daha sonra. İlk denemesi de değilmiş ayrıca bu. Daha önce bir kere başarılı olmuş, birkaç gün sonra bulunup geri getirilmiş. Şimdi de yemek şirketinin araçlarından birinin bagajında yakalanmış. Çocuğu tekmeleyip geri gönderdiler.
Bu durum kısıtlanmışlık duygusunu daha da baskın hissettirmeye başladı bana. Çitler daha da dikkatimi çeker oldu. Hem iç hem de dış tarafa doğru bükülmüş teller ve telleri çevreleyen jiletler. Kuleler, kulelerde bekleyen askerler. Binalar, binalarda bekleyen nöbetçiler. İnsanlar, insanların başında bekleyen insanlar. İnsanların başında bekleyen insanları bekleyen insanlar. İnsanların başında bekleyen insanları bekleyen insanları bekleyen insanlar. Kendi içine doğru kıvrılan bir labirentin tam ortasında olduğumu hissettim.
Nizamiye yolunun mıntıkasını yapıyorken çocuklardan biri, “Bugün günlerden ne?” diye sordu. Biri yanıt verdi. Başta anlamadım. Sonra yerden sanırım iki yüz otuz dokuzuncu izmaritimi alırken fark edip duraksadım. Ne yani, biz buraya geleli sadece üç gün mü olmuştu? O kadar çok şey yaşamıştık ve sadece üç güncük mü geçmişti? Daha geriye dört yüz elli yedi gün vardı, öyle mi? Üç gün geçmiş olamaz diye söylendim. Sonra da kol saatimi yerden topladığım izmaritlerle birlikte çöpe attım.
0 Yorumlar