Sürekli afili laflar etmekten iyice kafasının karıştığını söylüyorum, bu da onu incitiyor. Zaman hangimizin kafasının daha karışık olduğunu gösterecek, diyor ve bu kişinin kendisi olmadığından oldukça emin görünüyor.
137) Geceyi yalnız geçirmeyi düşündüğümü söylüyorum. Belki yürüyüşe çıkarım. Tek başıma kalmalıyım. Marianne de yalnız kalmak istediğini söylüyor. Epeydir bunu önermek aklındaymış ama ben ondan önce davrandığım için sinirleniyor. Tek başıma kalmayı ondan daha fazla istediğimi düşünmesem iyi olurmuş.
İkimiz de ayrı ayrı yürüyüşe çıkıyoruz. Ancak birkaç saat sonra bir kitapçıda karşılaşıyoruz. Durumu nasıl kurtaracağımızı pek bilemiyoruz. Bir bira içmek ister mi diye soruyorum ama o bu soruda bir bityeniği arıyor. Yok öyle bir şey, sonra gidip bira içiyoruz. Azıcık surat asıyoruz ama sonra birimiz gülümsüyor, o zaman da diğerinin gülümsemesi gerekiyor.
138) Ertesi gün, yine de gitmiyoruz. "Paris'ten çekip gideceğiz dedikten sonra artık bunun acelesi kalmadı" diyor Marianne - ha bugün gitmişiz ha yarın, fark eder mi?
139) Marianne'ye peynir alacağıma söz veriyorum. Peynirlerin göz alabildiğine sıralandığı dev bir süpermarket. Doğal olarak seçmesi de zor oluyor. Bir metre kadar sağımda duran yaşlı bir çifti göz hapsine alıyorum. Camembert kutularını açıp peyniri mıncıklıyorum. Mıncıklaması şahane. Kutuyu kapıp gidiyorum. Yaşlı çift uzun süre arkamdan bakıyor. Çabucak iyi bir peynir bulmamı birazcık kıskanıyorlar.
140) Sokaklarda dolaşıyor, hiçbir şey yapmıyoruz. Bir şey de söylemiyoruz. Bir galeri. Marianne içeri girmek istiyor. Duvarlarda tuhaf tuhaf resimler asılı, Marianne bunun çağdaş sanat olduğunu söylüyor. Pek çok resimde güzel renkler var. Tablolardan biri, kırmızı bir zemin üzerinde, minnacık bir toynakla kocaman bir mavi lekeyi yakalamaya çalışan mavimsi küçük bir çöp adam tablosu. Tabii ki yakalaması mümkün değil. Ayrıca tablonun köşelerinde üç ya da dört dörgen var. Resmi çok beğeniyorum. Marianne daha çekinceli. O çöp adamda kendimi görüyorum. Kocaman bir şeyi, minnacık bir şeyle yakalamaya çalışıyor. Bu tatlı ve birazcık zavallı bir şey. Marianne, "Ara sıra çok şeker banal olabiliyorsun" diyor. Şu anda söylediklerim, hakkımda çok şey anlatıyormuş. Neler anlattığını soruyorum ama söylemek istemiyor. "Çok tuhafsın. Tuhaf şeyler söylüyorsun" diyor. Beni anlaşılmaz mı buluyor acaba diye soruyorum ama cevap vermiyor.
141) Tabloyu almak istiyorum. Marianne'ye göre, bu oldukça dramatik bir hareket. Bir şeyi beğenmekle ona sahip olmak arasındaki mesafe oldukça büyük. "Tabii ki büyük" diyorum. Fiziksel olarak fark çok büyük. Hem de aklın alamayacağı kadar. Herhangi bir tablo olmaktan benim olmaya geçiyor. İnsanı hayretlere düşüren bir şey tabii ki. Ama yine de onu almak istiyorum. "Paris'ten güzel bir anıyla ayrılabilirim" diyorum. Bu küçük, tatlı bir hikaye olacak. Hikayelerin peşinde değilim aslında. Hem de hiç. Ama onu satın alırsam, benim bir parçam olacak. Hayatım boyunca duvarda asılı kalacak. Bir zamanlar, bir yolculukta yaşadığım bir hissin tercümanı olacak. Ve tatil boyunca güzel zaman geçirmeye, yemekler yemeye para harcamak yerine, kalıcı şeylere para harcamak benim için daha önemli.
Bir süre için tek başıma konuştuğumu fark ediyorum. Genellikle öyle olmuyor. "Böyle işte. Böyle düşünüyorum." Ve Marianne, böylesine ısrarlı olmam karşısında apaçık şaşırıyor. "E, o zaman tabloyu al" diyor (ama onu Avrupa'nın dört bir yanına taşıyacağını sanıyorsam yanılıyorum). Bunun aklıma bile gelmediğini söylüyorum.
142) Marianne tablonun fiyatını soruyor, sanatçının genç ve tanınmamış biri olduğunu, satmakla ilgileneceğini öğreniyoruz. Galerideki adam telefonu eline alıyor, sanatçıyla görüşüyor. Bir müddet pazarlık ediyoruz. Marianne aracılık yapıyor. Sanatçının, tablonun ülke dışına çıkmasını istemediği ortaya çıkıyor. Adresimi alabileceğini, ne zaman isterse gelip beni ziyaret edebileceğini ve tablosunu görebileceğini söylüyorum (ister yaz ister kış olsun). Ancak bunların olabileceğine inanmıyor. Böyle planları çok duymuş. Sonra, onun için tabloyu yapmanın pek becerilemeyecek bir şey olmadığını söylüyorum. Pekala yenisini yapabilir. Sanatçının tepesi atıyor ve satışın umrunda olmadığını söylüyor, size iyi yolculuklar, diyor. "Peki. Hoşçakalın" diyorum. O zaman hem sanatçının hem de galericinin paçaları tutuşuyor, hızlı hızlı bir şeyler konuşuyorlar. Tabloyu alıyorum. Fiyatın lafını bile etmeye değmez. Marianne'ye, "Galericiye tabloyu sarmasını söyler misin?" diyorum. Telefondaki sanatçı adresimi istiyor yine de.
0 Yorumlar