Georges Perec - Şeyler


TAM BİR YALNIZLIK içindeydiler.

Sefakis donuk bir şehirdi. Bazı günler, buraya asla kimse giremezmiş, kapılar bir daha hiç açılmayacakmış duygusuna kapılırlardı. Sokaklarda insanlar vardı, akşamları, gidip gelen yoğun kalabalıklar, Hedi-Şakir Caddesi'nin kemerleri altında, Hotel Mabrouk'un, Düstur Propaganda Merkezi'nin, Hilal Sineması'nın, Délices Pastanesi'nin önünde sürekli, dalga dalga insanlar; halka açık yerler, kahveler, lokantalar, sinemalar tıklık tıklımdı; yüzler zaman zaman tanıdık geliyordu. Ama çevrede, liman boyunda, surlar boyunca uzaklaştıkça ıssızlık, ölüm hüküm sürüyordu; cüce palmiyelerle çevrili çirkin katedralin önündeki kumlu kocaman açık alan; boş arsalar ve iki katlı binalarla çevrili Picville Bulvarı; çıplak ve ıssız, kapkara, dümdüz, kumların süpürdüğü Mangolta, Fezzani, Abdülkadir Cigal sokakları. Rüzgar, yelpaze biçiminde tek tük yaprağın çıktığı, odunsu kabuklarla kabarıklaşmış gövdeleriyle raşitik palmiyeleri sarsıyordu. Yüzlerce kedi çöp tenekelerinin içinde cirit atıyordu. Kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, sarı tüylü bir köpek zaman zaman duvarlara sürünerek geçiyordu.

Bir allahın kulu yoktu: Hep kapalı duran kapıların ardında, çıplak koridorlardan, taş merdivenlerden, hiçbir yeri görmeyen avlulardan başka şey yoktu. Dik açılarla kesişen yollardan, demir kepenklerden, çitlerden, hayalet caddelerden, yapay sokaklardan, yapay alanlardan oluşan bir dünyaydı burası. Sessiz, yönlerini bilmeden yürüyorlar, zaman zaman bunların yalnızca düş olduğunu, aslında Sefakis diye bir yerin olmadığı, buranın soluk almadığı izlenimine kapılıyorlardı. Çevrelerinde yaşam belirtileri arıyorlardı. Hiçbir karşılık bulamıyorlardı. Bu acı veren bir tecrit edilme duygusuydu. Bu dünyadan afaroz edilmişlerdi, bu dünyanın içinde, ona ait değillerdi ve hiçbir zaman ona ait olmayacaklardı. Sanki kurulu çok eski bir düzen varmış, kesinkes bir yasa onları dışlıyormuş gibiydi: Nereye isterlerse gitmelerine izin verilecekti, tedirgin edilmeyeceklerdi, onlara tek bir söz söylenmeyecekti. Tanınmayanlar, yabancılar olarak kalacaklardı. Limandaki İtalyanlar, Maltalılar, Yunanlılar onların sessizce geçip gidişini seyredeceklerdi; bembeyaz giysili, altın çerçeve gözlüklü büyük zeytinlik sahipleri, çavuşları arkada, yavaş adımlarla Bey Caddesi'nde yürürlerken, onları görmeden yanlarından geçip gideceklerdi.

Sylvie'nin meslektaşlarıyla da yalnızca dolaylı, genellikle mesafeli ilişkileri vardı. Asli Fransız eğitimciler, ücretleri pek beğenmiyor gibiydiler. Bu farklılıktan pek rahatsızlık duymayanlar bile, daha önce kafalarında canlandırdıklarına uygun olmadığı için Sylvie'yi zor bağışladılar: Öğretmen karısı ya da öğretmen olarak onun yerinde, saygınlığı, hali tavrı, kültürüyle sınıfına yaraşır, taşra kökenli, iyi bir küçük burjuva hanımı görmek isterlerdi. Orada Fransa temsil ediliyordu. Her ne kadar iki Fransa varsa da -bir an önce Angouleme'de, Beziers'de ya da Tarbes'da bir ev edinmek isteyen, meslekte yeni öğretmenlere, sömürge zammı almayan ama başkalarını rahatça aşağılayabilen asiler ve asker kaçakları (ama bu tükenmek üzere olan bir türdü: Çoğu bağışlanmış, diğerleri Cezayir'e, Gine'ye yerleşmek üzere gitmişlerdi)- sonuçta her iki tür de sinemada birinci sırada yerli veletlerle yan yana oturmayı, ya da üstü başı dökülen, traşsız, çapulcu bir görünüşle yollarda tembel tembel sürtmeyi kabul etmeye pek hazır görünmüyordu. Birkaç kez kitap, plak değiş tokuş etmişler, Régence'da bir-iki tartışma yapmışlardı hepsi bu kadar. Hiçbir sıcak çağrıda, hiçbir canlı dostluk göstergesinde bulunulmadı; dostluk Sefakis'te yeşermeyen bir nesneydi. İnsanlar, kendilerine çok büyük gelen evlerde içlerine kapanıyorlardı.

Yorum Gönder

0 Yorumlar