Büyük ve görkemli yemekhanede mektup dağıtımı sırasında mektuplarımızı dikkatli ve yavaş bir biçimde teslim eden müdirenin ellerine bakardık. Yanlışlıkla yapmış gibi en son benim mektubumu verirdi. Uzaktan pulları ve ülkenin yetkililerini tanırdım. Brezilya'dan gelen zarflar hafifti;uçak postası pullarının kenarlarındaki tırtıllar adeta büceklerin meyvelere yaptığı gibi kemirilmiş olurdu. Frederique'in bana mektup yazmayacağını biliyordum. Hüznü sonuna kadar yaşamakta direniyordum, tıpkı yaptığı muzipliğin sonucunu görmek isteyenler gibi. Düş kırıklığının verdiği keyfi tatmak istiyordum. Bu benim için yeni bir şey değildi. Bu duyguyu, daha sekiz yaşındayken gittiğim ilk dini yatılı okulda tatmıştım. "Belki de o yıllar en güzel yıllarımdı," diye düşünüyordum. Disiplinlik yıllarda, disiplinli güzel yıllarda.
Üzerinde okulun baş harflerinin yazılı olduğu lacivert bir bere takardık. Üzerimde okul forması, başımda bere Gottardo trenini bekliyordum. Rüzgar alan peronda üç dakika için duracaktı. Tek başına dışarı çıkmama izin vermişler, üstümün düzgün, ayakkabılarımın cilalı olup olmadığını denetlemişlerdi. Giyinmiş kuşanmış, onun istasyona uğradıktan sonra gidişini görmek için bekliyordum. Sonra Andrea Doria'ya binip okyanus ötesine gidecekti maman. İstasyonun ikinci mevki büfesi bizim karanlık odalarımıza, bir kronik hasta bakımevine benziyordu. Yere uzanıp yatmış yoksul insanları, camlara yayılan yazgı kargaşasını görür gibi oldum. Peronun öbür tarafından bakıldığında roman haline getirilmiş bir dizi yaşam gibiydi.
Gerçekte ben, başımda okulun baş harflerinin işlendiği bere, dünyanın öbür tarafında, bir insanın korunup gözden ayrılmadığı yerde duruyordum. Şiddetli bir sevinçle acıyı, terk edilişi tahmin ediliyordum. Treni, vagonları, tek tek ayrılmış kompartmanları, parlak yatakları, kadifeyi, kilden yolcuları, o yabancıları, o meçhul kardeşleri selamlıyordum. Acı için duyulan sevinç kötüdür, zehirlidir. Bir intikamdır. Acı kadar meleksi değildir. İğrenç bir istasyonun peronunda duruyordum. Rüzgar uğursuz gölü ve düşünceleri kırış kırış yaparken bulutları da dağıtıyor, adeta baltayla kesiyordu ve yukarıda her birimizi hiçbir şeyle suçlamayan mahşer görünüyordu.
O okul yıkıldı. Artık yok. Bunu öğrendiğim zaman sevincimi gizleyemedim. Oysa bana ölümsüz gibi geliyordu. Görkemli mermer merdivenleri, saflık ve ölüm vaat eden ince kumaş kaplı yatakları da okulla birlikte yıkılmıştı. Frederique'e, bir tek ona söyleyebilirdim, binanın yıkılmasının bende un parfait contentement (bir tarot kartında böyle yazıyordu) yarattığını anlattım. Frederique'e belki de düşüncelerimizin ya da masum yıllarımızın titreşimlerinin onu yıkmış olabileceğini de söyledim. Frederique, "Masumiyet modern insanların bir buluşudur," derdi.
Şakalaştık, Bausler Institut daha ne kadar devam edebilir? diye sorduk kendimize. Sonsuza dek ayakta kalacağını, gelecek kuşaklar boyu mutluluk saçan bir düzen içinde süreceğini sanıyorduk. Frederique ayakta durmuş, okul duvarlarının gölgesinde şakalaşıyor. Ağaçların gölgesi, sancak gibi ölümsüz görünen o yeri yüceltiyor.
Bakışında donuk, kasvetli bir ifade ve sevimsiz bir şeyler hissetmiştim. Gözleri bana bazen çivit mavisi gibi gelirdi, oysa yosun ve bataklık rengiydi.
0 Yorumlar