Sevdiğim bir anektod var. Şair Paul Valery, Albert Einstein ile yaptığı söyleşisinde, "Aklınıza aniden gelen iyi bir fikri yazmak için yanınızda not defteri taşıyor musunuz?" diye sormuş. Bu soru üzerine Einstein'ın yüzünde nazik ama çok şaşkın bir ifade belirmiş. "Yoo, öyle bir gereksinimim olmuyor. Aklıma aniden iyi bir fikir gereksinimim olmuyor. Aklıma aniden iyi bir fikir gelmiyor çünkü" diye yanıtlamış.
Tam da öyle, benim de "Şimdi burada bir not defteri olsaydı keşke" diye düşündüğüm bir durum bugüne dek neredeyse hiç olmadı. Dahası, gerçekten önemli bir şey bir kez aklınıza gelince pek o kadar kolay da unutulmaz.
Her koşulda, roman yazarken işi kolaylaştıran şey, bu tür somut detayların bol olduğu bir koleksiyondur. Deneyimlerime göre, akıllıca verilmiş net bir karar ve tutarlı bir sonuç gibi şeyler, roman yazan kişi için o kadar da yararlı değildir. Aksine bunun eline dolandığı, hikayenin doğal akışına engel olduğu durumlar hiç de az değildir. Buna karşılık beynin içindeki dolapta saklanan çeşitli, düzenlenmemiş detayları, gerektiğinde olduğu haliyle romana yedirince oradaki hikaye, yazanı bile şaşırtacak biçimde doğal, canlı bir hal alır.
Peki bu nasıl bir şeydir?
Öyle ya, nasıl bir şeydir? Şimdi birden iyi bir örnek gelmedi aklıma ama düşüneyim... Sözgelimi birine çok sinirlendiğinde her nedense hapşıran biri var diyelim. Bir kez bu şekilde hapşırmaya başlayınca da duramazsın. Benim tanıdığım kişiler arasında böyle biri yok, sizinkiler arasında var diyelim. Böyle biriyle karşılaştığınızda, "Niye acaba? Neden çok sinirlendiğinde hapşırıyor acaba?" diye onu fizyolojik veya psikolojik açıdan inceleyip tahminler yürütmek varsayımda bulunmak da kuşkusuz bir yaklaşımdır ancak ben pek bu şekilde düşünmem. Aklımın çalışması genelde şu şekildedir; "Aa, hımm, böyle biri varmış demek" derim ve orada biter. "Neden bilmiyorum ama dünyada böyle şeyler de varmış demek" derim. Ve o durumu o haliyle rahatça hafızama kaydederim. Bu tür, deyim yerindeyse, bir bağlamı olmayan çok sayıda görüntü ve anı, aklımın çekmecesinde toplanır.
James Joyce, "Hayal gücü bir hafıza işidir" diyerek gerçekten de basit bir şekilde ifade eder bu durumu. Ben de öyle olduğunu düşünüyorum. James Joyce haklı. Hayal gücü denilen şey tam da bağlamdan yoksun tek taraflı hafıza işidir. Ya da anlamsal olarak çelişkili şekilde bir araya getirilmiş bağlamı olmayan hafıza", kendine özgü bir sezgiye sahiptir ve öngörü taşır hale gelir. Ve bu, hikayenin itici gücüdür.
Bizlerin -en azında benim kafamda- böyle bir dolap vardır. Onun her bir çekmecesinde türlü çeşitli anı, bilgi şeklinde toplanmıştır. Büyük çekmeceler olduğu gibi küçükleri de vardır. İçlerinde gizli bölmelerin olduğu çekmeceler de bulunur. Ben roman yazarken, gerektiği zamanlarda "İşte bu" diye düşündüğüm çekmeceyi açıp, onun içindeki malzemeyi dışarı çıkarıp onu hikayenin bir parçası olarak kullanırım. Dolapta çok sayıda çekmece vardır ama, bilincim roman yazmaya odaklandığı için hangi çekmecede ne var, bunların görüntüsünü otomatik olarak zihnimde canlanır ve anında bilinçsiz bir şekilde (farkında olmadan) olduğu yeri buldurur. Normalde unutmuş olduğum anılar bu şekilde doğal olarak ortaya çıkar. Zihnim bu şekilde odaklandığında o sırada yaşadığım his çok güzeldir. Başka bir şekilde söylersem, sanki hayal gücüm benim isteklerimden uzaklaşarak üç boyutlu halde, serbestçe hareket etmeye başlar. Söylemeye gerek yok ama bir roman yazarı olarak benim için, beynimin içindeki dolapta toplanmış bilgiler, başka şeylerle değiştirilemeyecek kadar değerli bir servettir.
Stefan Soderberg'in yönetmenliğini yaptığı Kafka (1991) adlı filmde Jeremy Irons'ın canlandırdığı Franz Kafka'nın muazzam sayıda çekmecenin bulunduğu dolapların yan yaa yer aldığı esrarlı şatoya (elbette bu "şato" bir maket şatoydu) sızdığı bir sahne vardı. Onu izlediğimde, "Aa, işte bu benim beynimin içindeki yapının görüntüsüne benziyor" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Oldukça ilginç bir filmdi, izleme fırsatı bulursanız o sahneye bir bakın lütfen. Zihnimin içi o sahnedeki kadar gizemli bir yapıya benziyor olabilir.
0 Yorumlar