Peşinden koşmadıkça hayal kurmanın manası yoktur. Ben bu hayallerin hepsini hayatımda dolduramadığım boşlukları doldurmak için kuruyor, böylelikle kendimi tatmin ediyordum. Oysa gerek yoktu buna; yok yoktu işte, var olan ile yetinmeli ve kanaat etmeyi bilmeliydim. Bugün de geçmişle ilgili düşüncelerim o günlere aittir. Geçmiş değiştirilemezdir, sona ermiş ve nihayet bulmuştur. O hâlde onu değiştirme arzusu pişmanlıktan ileri gelir. Geçmişi tadil etme dileği acizliktir.”
“Keşke…” diye başlayan bir cümle senelerdir çok yabancıydı ona. Kurmaz, kurana da kem gözle bakar, gözleriyle aşağılardı hissettirmeden. Evveliyle yüz yüze, o günlerden bu yana kazandıklarını ve kaybettiklerini zihin terazisinin kefelerine yerleştirdi özenle. Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Ne yapsa, ne etse gönlünde peyda olan yitiklik hissi, onu yarım kalanların girdabına kaptırıyor, aşk gibi, heyecanlanmak gibi başını döndürüyor, nefesini kesiyordu. Belki de hiç yapmamalıydı bunu, ne gereği vardı; üzerini tozlar kaplayalı seneler olmuş evvelin kalın cildini kaldırmak hangi akla hizmetti şimdi? Yıllar yılı elini değdirmediği, telleri pas tutmuş divan sazının sesi ancak kendi ruhunu dinlendirecekti. Öyleyse bencillikti bu. Olsun, madem faydalanılacaktı birikimlerinden, bu kadarına da katlansınlardı, ne vardı, çok şey mi istiyordu?
“O günlerde ben, başımda duman, yüreğimde pranga, omuzlarımda sevdanın yükü, annesiyle çarşıya çıkıp da istediği alınmadığı için ailesine küsen küçük bir çocuk gibiydim. Küsmüştüm hastaneye, hastalara, çalışanlara, dünyaya, odaya ve koridorlara… Kurduğum küçük dünyanın tümü neyden kuruluysa ona darılmıştım. Sanki hayatta hiçbir şeyi Nâzan kadar istememiş ve dilememiştim. Ne mesleğimin, ne öğrenciliğimin, ne yerimin, ne de yurdumun kıyafetini giyebilmiştim üzerime. Hepsi emanet gibiydi bende. Ama Nâzan… Camekânda beğenip de yeniden ve hatta belki de son kez görebilmek için gecenin ayazında tabanı ince kunduram ve yaması sökülmüş abamla sokakları arşınlamayı göze aldığım elbiseydi sanki. Deneyememiştim bile, kesiği değdiği her yeri gördükçe yeniden kanıyor, aklımın ucunda bucağında kaçtığım Nâzan’dan, gözümü kapattığım her an, aman diliyordum. Gitsindi, terk etsindi beni, dayanamıyor, katlanamıyordum. Aradan günler, haftalar, aylar geçiyor zaman bana ne bir teselli ne de bir avuntu ikram ediyordu.
Yanında ne ben vardım ne başka biri… Bazı sabahlar evden çıkarken yanında başka adamlar, yakışıklı, arabalı, şöyle en afilisinden kol saatli, kallavi yüzüklü, kravatlı, takım elbiseli, yakışıklı adamlar görmeyi dilerdim. Böylece unutur giderdi kalbim, o başkasına ait, derdim; lakin yoktu kimse. Hayaller ve vesveselerle avutamadığım aklım, bu defa başka oyunlar oynamaya kalkıyordu. Sanki yürüdüğü yollarda herkes ona hayran hayran bakıyor, ayakları tutmayan yaşlı hastalar sadece onu izlemek için bir anda ayağa kalkıyor, koridora çıkıyor; sağlık çalışanları, doktorlar, başhekimler, dekanlar, profesörler Nâzan’la tek kelime konuşabilmek için fırsat kolluyordu. O günlerde böyleydim ben. Hastanede toplu katliam yapmamak için kendimi zor tutuyor, her gece ertesi gün elimde makineli tüfekle hastane koridorlarını basma planları yapıyordum. Evet, hayal kurmuyordum ama plan yapıyordum ve Nâzan’la birlikte olma hayallerim, bu planlarımdan daha müphemdi.
Gecesinden sabahına yakama yapışan, zihnimi uykuya bırakacağım esnada vücudumu silkeleyen Nâzan’ın hayali, olsun diyordu, olsun, ne fark eder? Hayal ya da gerçek, buradayım ya. Bırak yalan olsundu, dokunamasındı ya da hissedemesindi, nasılsa gün gelecek bitecekti her şey. Ona kalsa vaktim dolana kadar hayalinin keyfini çıkarsaydım işte. Gündüzleri yeryüzünde, geceleri semada yaşıyor, gökyüzünden bazen kendimi görüyor ve ona acıyordum. Ben artık oydum kendim için. Başka biri, başka bir suret, başka bir kimse, başka olan her kimse işte… Hâl böyle olunca önce baş ağrılarım baş gösterdi, sonra ruh gibi dolaşmaya başladım hastaların odasında. Kimseyle konuşmadan, kimseye bakmadan, kimseyle göz göze gelmeden… Ölü gibiydim, cenazem ortada yoktu ve ben yaşıyor taklidi yapıyordum.
0 Yorumlar