Robert Seethaler - Toprak


Ben ölürken yanımda oturup elimi tutmuştun. Uyuyamıyordum. Zaten uzunca zamandır uyuyamaz olmuştum. Konuştuk. Birbirimize hikâyeler anlatıp geçmişi andık. Sana baktım, sana böyle bakmayı her zaman çok severdim. Yakışıklı bir adam değildin. Burnun kocaman, göz kapakların sarkıktı, tenin solgun ve leke lekeydi. Yakışıklı bir adam değildin, ama benim kocamdın.
Anımsıyor musun: Okula yeni başlamıştım, öğretmenler odasında daha ilk günden elime ne olduğunu sormuştun. Sakat, yapacak bir şey yok, demiştim. Elimi eline alıp incelemiştin. Sonra pencereden dışarıyı gösterip, şu ağacı görüyor musun, diye sormuştun. Dalları sakat değil, yalnızca eğri, nedeni ise güneşe karşı büyümeleri. Dürüst olmak gerekirse sersemce bulmuştum bu tavrını. Ama başparmağını parmaklarımın üzerinde gezdirmen hoşuma gitmişti. Ve o kocaman burnunu sevmiştim. Sanıyorum seni biraz çekici bulmuştum.
Elli yıl sonra hâlâ elimi tutuyordun. Hiçbir zaman bırakmamışsın gibi hissediyordum ve bunu sana söylemiştim. Sen de gülmüş, doğru, bırakmadım zaten, demiştin.
Son sözlerimi anımsamıyorum. Ama tabii sana yönelikti, başka türlü olamazdı zaten. Sana, pencereyi açar mısın, diye sormuştum. Temiz hava bana iyi gelir sanmıştım. Ama sonra? Sonra neler söylemiştim?
Oysa ilk sözlerimi çok iyi anımsıyorum. Öğretmen odasındaki sohbetimizden önceydi. Sabah geldiğimde seni okulun bahçesinde yürürken görmüştüm. Seni durdurup müdür odasının nerede olduğunu sormuştum. Özür dilerim, burada yeniyim, bana yardımcı olur musunuz, demiştim. Yolu bildiğim halde sormuştum sana. Sense, gelin benimle küçü khanım, demekle yetinmiş ve konuşmadan önden yürümüştün. Geniş ve sert adımlar atarak ilerlemiş, her zaman yaptığın gibi bedenini hafifçe öne doğru eğmiş ve ellerini arkanda kavuşturmuştun. O sabah hava güneşliydi, ana kapının geniş çizgilerden oluşan gölgesi önündeki beton zemine vurmuştu. Üzerimde Nil yeşili beyaz yakalı bir kalem elbise vardı. Teyzemindi, bana vermişti, kendi bedenime oturtabilmek için saatlerce uğraşmıştım. Yakasını babamın eski bir gömleğinden kesip takmıştım. Elbisenin bana kendimden emin ve havalı bir görünüm vermesini ummuştum. Ama daha okul avlusunda peşin sıra yürürken elbise bana demode ve çok resmî görünmüştü de utanmıştım.
Ne kadar tuhaf: Yıllar önce giydiğim bir elbisenin rengini anımsıyor, ama hangi mevsimde öldüğümü bilmiyorum.
Senin öğretmen olabileceğin aklımın ucundan geçmemişti. Anlaşılan bir parçam hâlâ okul çantası ve saç örgüsüyle sınıfta oturuyordu, çünkü bana göre bütün öğretmenlerin yaşlı olması gerekiyordu. Kahve ve tebeşir kokan, yıllar içinde otoriteleri yün hırkalarının kolları gibi aşınmış, yaşlı, saçları ağarmış kadınlar ve erkekler. Ama sen gençtin. Sırtına buruşuk bir gömlek giymiştin, yakası açıktı, ayaklarında deri sandaletler vardı. O zamanlar kimse sandalet giymezdi. Sanırım veli ya da hademe olduğunu düşünmüştüm, ama öğretmen olabileceğin hiç aklıma gelmemişti. Ya da arkandan okul binasına girerken aklımdan bunların hiçbiri geçmemişti, yalnızca sırtında kavuşturduğun ellerine bakmıştım. Parmak uçların pespembeydi, adeta yanıyordu, kendi yarattıkları bir güçle ışıldıyordu.
Pencereyi açtın. Gölgede kalmıştın. Perde bir an hava akımının etkisiyle yükseldi. Işık. Hâlâ gündüz olmalıydı. Ya da yeni bir gün müydü? Pencerenin önüne gitmek üzere ayağa kalktığında elimi bıraktın. Rastgele bırakmadın, başımın yanındaki yastığın üzerine koydun, ben de yaşamımın son soluklarını o küçük, sakat elimin içine üfledim.
Kahve sevmezdin. Kahve yalnızca dişleri değil yürekleri de karartır, demiştin öğretmenler odasında, baksana çevrene: Kara yürekli, hepsi de şeytanın yaratıkları olan meslektaşlar! Birkaçı gülmüş, ama çoğu duymazdan gelmişti. Yalnızca matematik dehası Juchtinger sözlerini ciddiye almıştı. Pencereyi iterek açıp sıcak havanın içeri dolmasını sağlamıştı. Ey, biz karanlığın yoldaşlarını aydınlat, demiş ve iltihaplı gözlerini kırpıştırarak güneşe doğru bakmıştı.
Yatakta yatıyor, duvardaki kalorifer borularından gelen boğuk şırıltıları dinliyordum. (Kıştı demek?) Beni uzun zamandır yiyip bitiren ağrılarımı artık suskun bir anı olarak içimde taşıyordum. Bazen ansızın kesiliyordu, ama bu rahatlamanın nihai vedanın başlangıcı anlamına geldiğini biliyordum. Ama yine de biraz zamanım vardı. Sen yatağımın kenarında oturuyor, elimi tutuyordun. Birbirimize anlatıp duruyorduk...

Yorum Gönder

0 Yorumlar