Selçuk Baran - Tortu


Ablam, bir akşam odama geldiğinde damdan düşer gibi, "Artık oya işleyemeyeceğim," dedi, "Picamanın düğmeyi düşecek ama şimdi elime iğne iplik almak istemiyorum. Belki yarın..."
Bizim kasabada aslında oya işlemesini bile bilmezdi kadınlar. Böyle ince işlere ayıracak zamanları mı yoktu, hevesleri mi? Yürekleri öylesine kuruyup kalmış mıydı yoksa? Mal müdürünün annesi Hanife Teyze (güneyliydi onlar) oya işliyordu. Bir ablam heveslendi, oya işlemesini öğrendi ondan. Çok güzeldi yaptığı ovalar... Satın almak isteyenler çıkardı ama o oyalarını kimselere vermeye kıyamazdı.
"Neden artık oya işlemeyecekmişsin?" diye sordum. "İlk öğrendiğim oyanın adı zararsızdı: Kelebek... Gerçi oya kelebeğe benzemiyordu ama güzeldi ya... Bu yıl derenin suyu hiç azalmayacağa benzer." 
Bir süre pencereden baktı, akarsuyun sesini dinledi. "Sonra unutma beni'yi öğrendim," diye sürdürdü konuşmasını. "Nişanlı kızların oyasıymış bu, ya da sözlülerin. Sonra yar ardına baktıran, dedi Hanife Teyze. O zaman neden bilmem ağlamak istedim. Hanife Teyze sesini çıkartmadan önüme bir sürü oya serdi, öyle güzeldiler ki, bu kez sahiden ağladım. Hanife Teyze ağladığımı görmüyor muydu neydi, yüzüme bile bakmadan oyaların adlarını saydı bir bir. Aslında çiçeklerle, oyalarla ilgisi yoktu bu adların... Hatta ayıp şeylerdi. Şimdi öldürsen söylemem o adları... Ağzıma bile alamam. Ama o gün yüzüm kızarmadı. Utanmam gerekirdi, utanmadım. Yalnızca ağlıyordum. Hanife Teyze ağlamama aldırmadan boyuna konuşuyordu. Boyuna o çok güzel, o çok ayıp adları sıralıyordu. Oyalar öyle güzel, öyle güzeldi ki Halim! Acaba ayıp sandığımız şeylerin hepsi de güzel midir sence?.. Söylesene... Bizim kasabada neden hiç al güller açmaz?" 
"Bırakmasan daha iyiydi," dedim. "Oyaları söylüyorum." "Yok, yok... Dayanamazdım sonra. Sözgelimi çayır-çimen işliyorsun, Oyanın biri bitiyor, öteki başlıyor. Elinde koyu yeşil iplik, açık yeşil boncuklar... Oh, ne güzel çayırlık, çimenlik, diyorsun. Çıplak ayaklarla atlara basmak... koşmak koşmak... Ama oya bitiyor, hiçbir şey olmuyor, ötekine başlıyorsun. Gene bir şey olmuyor. Bütün çevre bitiyor sonra. Sen yalnız istediğinle kalıyorsun. Hem nerde çayır, nerde çimen? Hani nerde? Oya işlemezsen aklıma ne çayırlar ne al güller ne de yüzümü bile kızartmayan o ayıp şeyler gelir...Bir gün yağmur yağsa diyorum... Tam ben sokaktayken. Etime kadar ıslansam... Eve öyle dönsem. Kimseler görmeden odama çıksam... Yatağıma uzansam. Üstümü filan çıkartmadan, öylece ıslak ıslak..." 
İşte böyle... Kırmızı gül bile yetişmeyen, kadınları oya işlemek istemeyen bir kasabada oturuyorduk. Bazı bahçelerde hemencecik geçen pembe güller olurdu. Güzel kokarlardı ama koparıp su dolu bir bardağa koymaya gelmezdi; hemen yapraklarını dökerlerdi. Kasabayı baştan sona geçen bir tek asfaltlanmış yol vardır. Ara sokaklar taş döşelidir. Bu kısa sokakların çoğu yer yer çökmüştür. Yağmur yağdığı zaman çukurlara su dolar. Sokaklarımız kışın çamurlu, yazınsa tozludur. Kuzey yakasından geçen bir dere şenlendirir kasabayı. Bizim evimiz derenin doğuya doğru büküldüğü yerdedir. Yattığım odadan derenin şırıltısı duyulur. Ablamla birlikte derenin sesini dinlemeyi severdik. Ama dere temmuz ortasında kurur. Çakılların ortasında pis kokulu az bir su kalır. Oğlan çocukları pantolonlarını sıvayıp yalınayak gezerler içinde. 
Ablam Mayıs başlarında evden kaçtı. Nerede olduğunu bulmamız pek de zor olmadı. Yakınımızdaki Yeşilhisar kasabasında oturan bir çiftçiye kaçmıştı. Adamın karısı ortalarda yoktu. Evini, kocasını ve çocuklarını çoktan bırakmıştı. Adam karısını boşamaya yanaşmıyordu nedense. Evde büyük gürültü koptu tabii. Kimi zaman öfke, kimi zaman utanç içindeydi ev halkı. Aslında hep kendilerini düşünüyorlardı; ablamın aileye sürdüğü lekeyi. Ablamı düşünen yoktu. Bense yalnızca ablamı düşünüyordum. Bin kez soruyordum kendi kendime: Acaba mutlu muydu? İyi ama, istemeseydi elbette gitmezdi. O zaman içim rahat ediyordu, kısa bir süre için. Az sonra kaygılarım gene başlıyordu.
Ablamın kaçtığı adamı tanıyordum. Nuri adında bir çiftçiydi. Hayvancılıktan, tarımdan iyi anlardı. Herkes baytardan, tarım memurlarından çok ona başvururdu. Geçen yıl bizim kavaklıktaki ağaçlara hastalık gelince de taa Yeşilhisar’dan onu çağırtmıştık. Onca kavağın ilaçlanması oldukça zor bir işti; çok zaman alırdı. Önce kavakların hasta yerleri bulunacak, sonra oralarda de  açılarak ilâç sıkılacaktı. Ablamla birlikte Nuri Bey’e yardım etmemiz gerekmişti bu yüzden. Otuz beş yaşlarında iri yapılı, yumuşak bakışlı bir adamdı. Birlikte çalıştığımız iki gün boyunca çok az konuşmuştu ama onunla beraber olmak hoşumuza gitmişti. Sonradan ablamla bir süre ondan konuştuğumuzu hatırlıyorum. Mustafa Abim kızmıştı adama. Nedense para almak istememişti Nuri Bey. Ağabeyim üsteleyince de doğru dürüst bir şey söyleyememiş, lâfı ağzında geveleyip durmuş, kızarıp bozarmıştı. Yaptığı işin parasını almayı beceremeyen bir adamı hor görüyorlardı.


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar