Ayhan Geçgin - Son Adım


Ama uykun yok. İki saat boyunca yatakta sağa sola dönüp duruyorsun. Açık pencereden içeriye bülbül sesleri doluyor. Aşağıdaki küçük bostanın kenarındaki ağaçlıktan geliyor olmalı. Ama başka bir topluluk daha var, sesleri daha uzak bir yerden geliyor. Derenin oradan mı? Birbirlerini yankılıyorlar, birinin bıraktığı yerden öteki alıp yükseltiyor, diğerleri ona katılıyor, kısa bir süre bir ses cümbüşüne dönüyor, sonra aniden kesiliyor. Orada burada duyulan tek, ince, keskin bir sese bırakıyor yerini. Sessizliğin içinde birkaç nota çınlıyor. 
Bülbüle niçin acı çekmeyi yakıştırdıklarını anlıyorsun, gerçekten kederli bir müzik bu. 
Ya senin içindeki? Kederli bir müzik ona da uygun düşer miydi? Gençken —ya da genç hissettiğin zamanlarda— sevmediğin sözcüklerden biriydi bu keder sözcüğü, insanın üstüne yapışan bir ıslaklığı çağrıştırırdı sana, ama o zamanlar bir geleceğin, gelecek yaşamının önünde uzandığını sanıyordun, tükenmez olduğunu sandığın bir gücün damarlarında dolandığını sanıyordun. Öyleyse o zamanlar içindeki umut dolu bir müzik miydi? Şimdi itiraf etmesi zor gelse bile evet öyleydi. Öyle miydi? Öyleydi, o zamanlar hiç kuşkun yoktu, içinde işittiğin umut dolu bir müzikti, geleceğin umut dolu seslenişinin müziğiydi. Bu gelecek sanki sen hiç çaba göstermesen bile, senin yazgınmış gibi sana gelecekti. Kederli müzik: Yıllar içinde gelişen, içinden çıkan müzik bu olsaydı bunu da kabul eder, razı olurdun, gençliğindeki onca küçümsemeden sonra buraya varmada gülünçlük olsa bile. Ama kendi içinde bir müzik olduğunu sanmıyorsun, sende hiç-bir müzik gelişmedi, duyduğunu düşündüğün şey ise —eğer bir an için bile içinde gerçekten olmuşsa— silinip gitti. 
İçimde bir şeylerin yandığını düşünüyordum, ama bu yanan şeyin ateş değil de soğuk bir şey olduğunu bilmiyordum. Ateşin içindeki soğuk ateş, beni ısıtmak için değil, yakıp bitirmek için bile değil ama dondurmak için var olan ateş; yanı başında soğuktan buz kesileyim, kaskatı olayım diye var olduğunu bilmiyordum. Gece boyunca başka sesler de çınlayıp sönüyor, kimini bir baykuşa yakıştırıyorsun, kimini bir ağaçkakana, başka bir tanesi için bu mutlaka bir tavuskuşu olmalı diyorsun. Uzun, tiz, acı çeker gibi gırtlaktan yükselen bir sesi var. Elbette burada tavuskuşu yok. 
Birkaç gündür dönmek için güç toplamaya çalışıyorsun. Şimdi kımıldamazsan burada böyle kalakalacaksın. Burası ayrıca pekâlâ çölün soğuk bir ikizi, soğuk bir çöl, buzdan bir çöl olabilir. Aklında hayvanların buzdan ikizleri canlanıyor: sesi billur parçaları gibi çinlayıp soğuk havada tuz gibi dağılan buz mavisi bülbül, buzdan bir kertenkele, kaçıp bir delikte kaybolan çivit renkli tavşan, billur pençesiyle donmuş toprağı eşeleyen kutupların ayısı, ama beyaz değil, kirli gri, soluk bir rengi var. Bu bodur otlar, cansız, güdük maki toplulukları cılız buz dikitlerine dönüşmüş. 
Pencere önünden hızla kanat çırpıp geçen gölgeler görüyorsun, yarasalar mı? Serin bir rüzgar içeriye doluyor. O kadar serin ki derini pütür pütür yapıyor. O soğuk gölgeyi de görüyorsun. Ne olduğunu söyleyemiyorsun, ama bu benim, diye düşünüyorsun, benden daha gerçek olan gölgem, buzdan gölgem, ama nasıl olur da tüm yaşamımı benden önce yaşayıp benden önce bitirir? Daha ben konuşmadan konuşup cümleyi bitirir, ben sustuğumda zaten çoktan susmuş olur? Ama aslında kendim için hissettiğimi, bildiğim, tanık olduğum tüm yaşamlar için de hissetmedim mi? 
Gözünün önüne soğuk bir ateş dalgası geliyor, yalazları buz parçaları, billur parçaları gibi parlıyor, bir buz fırtınası gibi yayılıyor, ormanları, tarlaları, evleri, dağlar yakarak, dondurup, kaskatı kesip kül ederek ilerliyor. Bu köpüren, soğuk külleri etrafa savurarak dalga dalga yayılan buzdan ateşte insanı yutmadan önce büyüleyip donduran bir şeyler var. Gözlerin kapanıyor, oda iyice soğuyor ama kalkıp pencereyi kapatacak halin yok, üstüne beyaz bir kılıf geçirilmiş battaniyeyi kafana kadar çekiyor, bu soğuktan dalganın içinde yavaş yavaş uykuya dalıyorsun.


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar