Kısa bir süre için patika düzdü. Sağ tarafımda bir sürü küçük ağaç, sol tarafımda kanola çiçekleri göz dolduruyordu. Yürürken ara sıra karahindibaların üstüne basıyordum. Testereye benzer yaprakları her bir tarafa dağılıyor, ortasındaki sarı inciyi koruyorlardı. Kanola çiçeklerine dalıp karahindibaların üstüne basınca yaptığım şeyden pişmanlık duyarak arkamı döndüğümde, sarı incilerin hâlâ testere dişli yaprakların arasında olduğunu gördüm. Ne kadar da vurdumduymaz canlılardı! Düşüncelerime geri döndüm.
Melankoli şairlerin her daim refakatçisi olsa da tarlakuşunu dinlerken büründükleri ruh halindeyken en ufak bir acı duymazlar. Kanola çiçeklerine baktıklarında da kalpleri heyecanla dans eder. Karahindibalar ve kiraz çiçekleri de onlar üzerinde bu etkiye sahiptir. Birden kiraz çiçeklerinin gözden kaybolduğunu fark ettim. Dağların arasında doğanın manzarasıyla buluştuğumda, gördüklerim de duyduklarım da tuhaf geliyordu. Fakat bu tuhaflık acı çekmenize neden olmaz. Acıyı getirecek şey olsa olsa yürümekten bitap düşen ayaklarım ve lezzetli şeyler yiyememek olabilirdi.
Peki burada acı neden yok? Manzarayı sadece bir resmin taslağı olarak görüyor, şiir serisi gibi okuyorum. Resmi veya şiiri böyle gördüğüm için toprak sahibi olup onu ıslah etmek ya da tren yolu yapıp kazanç elde etmek isteğini de yok. Yine de bu manzara... Dişinin kovuğuna yetmeyen maaşını arttırmaya yaramayan bu manzara, sadece manzara olarak kalbimi neşelendirmeye devam ettiği sürece sorunlar ve endişeler beraberinde gelmez diye tahmin ediyorum. Doğanın gücü bizim için bundan dolayı kıymetlidir. Yaradılışımızda bulunan sorunları ve hüzünleri bir anda iyileştiren, özümüze dönerek şiir yazmamıza vesile olan şey doğadır.
Aşk, aileye saygı gibi kavramlar güzel, sadakat ve vatan-severlik gibi kavramlar ise muhteşem olsa gerek. Ama işin içine insanın kendisi girdiğinde, kendinizi durumun karmaşık iyi ve kötü yanlarının girdabında bulursunuz, durumun, şiirin uzandığı yerleri algılayamaz, güzel şeyleri de muhteşem şeyleri de göremez hale gelirsiniz. Sezebilmek için kendinizi bunu anlayabilecek üçüncü bir kişinin yerine koymak zorunda kalırsınız. Üçüncü kişinin gözünden bakınca tiyatro oyunları ilgi çekici, romanlar zevkli hale gelir. Oyun izlemekten, roman okumaktan zevk alan insanlar kendi menfaatlerini rafa kaldırırlar ve izledikleri, okudukları süre zarfında şair olurlar.
Hal böyle olunca, sıradan tiyatro oyunlarında veya romanlarda bile insan kendi doğasından kaçamaz. Oyuncular acı çeker, öfkelenir, dövünür ve ağlar, izleyici de kendisini izlediğiyle özdeşleştirip üzüldüğünü, kızdığım, hırçınlaştığını ve ağladığını deneyimlerken bulur. Bu deneyimin değerli tarafı bencil kişisel çıkarların açgözlülüğünü barındırmıyor olmasında yatar ancak kalan hisleri haddinden fazla hareketlendirir. Benim için sorun burada yatıyordu.
Üzülmek, kızmak, hırçınlaşmak, ağlamak insanların dünyasının değişmez bir parçası. Ben de otuz yıldır bunu tecrübe ediyorum ve bıktım. Bıkmış olmam yetmezmiş gibi oyun veya romanlarda aynı hisleri deneyimlemek de yorucu geliyor. Benim istediğim şiirler böyle dünyevi hislerden ilham alan türden değildi. Onlardan kurtulduğun, kısacık bir an da olsa bu gri dünyadan ayrılabildiğin türdendi. Bir başyapıt bile olsa dünyevi hislerin olmadığı bir oyun yoktur. Doğru yanlış muhakemesinin yapılmadığı çok az roman var, karakteristik özellikleri hayatın içinden çıkamamak. Özellikle Batı şiiri insan ilişkilerini temel aldığı için tabiri caizse en haşmetli şiirler bile o sınırdan öteye geçemiyor. Sadece bu fani dünyanın panayırındaki şefkat, aşk, adalet, özgürlük dışındaki konularla asla ilgilenmiyor. Devriâlem her ne kadar kulağa şiirsel gelse de para hesabı yapmayı unutacak kadar boş vakit yok. Bu yüzden hiç şüphesiz Shelly'nin tarlakuşlarını dinlerken iç çekmesi anlaşılabilir.
0 Yorumlar