Peride Celal - Güz Şarkısı


Rıhtıma baktı Nuriye Hanım. Gülmeye çabaladı. Yüzü gerilmişti bir garip. Elini yüzünden geçirdi bir kötülüğü kovarcasına.
Rıhtımda çocuklar el sallıyorlardı. Sıralanmışlardı yan yana. Ali nişanlısının elini tutmuştu. Kısacık yağmurluğu, yeşil tyrolyen şapkası ile erkekle çocuk arası gülünç, dokunaklı bir görünüşü vardı. “Ali ağlayabilirdi arkamdan!” diye düşündü Nuriye Hanım. Öbürlerinden utandığı için ağlamamaya çabalıyor belki de şimdi! Ben bu çocukları avucumun içi gibi bilirim, bilirim, bilirim! Fatoş, elleri yağmurluğunun ceplerinde dikilmişti biraz ötesinde nişanlıların. Çantasını omuzuna asmış, saçları rüzgârda karışmış, Fatoş bu işte! Benim kızım Fatoş! Rüzgâr da saçları öyle salkım saçar dökülürdü omuzlarına her zaman. Topukları yenik yenikti pabuçlarının, içeri basıyordu üstelik. Kaç kere dikkat et, doğru bas dediğim halde! Pek darmadağınıktı görünüşü. Kafası gibi! Öyle şeylere aldırmazmış, baş şuna sen! Yaşadığı an varmış gibi onun. Sonra geçermiş bu an. Kıvançlı da olsa, tasalı da olsa yaşadığı sürece çekermiş kıvancını, tasasını. “Hangi rüzgârda şimdi yüreği acaba?” diye kendi kendine güldü Nuriye Hanım. Benim sarışın kızım, bal gibi tatlı, zehir gibi acı kızım benim! Her şeyin yolunda olduğunu göstermeye çabalıyor ikisi de. Benden kurtulunca mutlu olacaklar, özgürlüğe kavuşacaklar akıllarınca! Aslında kızım mutluluğu, özgürlüğü Memo’ya kavuşmak, onunla rahat yatabilmekti. Herkes kendi hayatını yaşarmış, hem de kısa kısaca! Bırakalım yaşasın bu çocuklar da kendi dileklerine göre hayatlarını! Sabah mum gibi beyazdı yanakları kızın. Kahvaltı masasında ellerini durmadan peçetesinin altına kaçırıp saklamıştı. Sarsılıp sinirlendiği zaman elleri titrerdi onun da Nuriye Hanım gibi.
    Kalabalık artmıştı Nuriye Hanım’ın durduğu yerde. Arkadan itiyorlardı biteviye omuzuna abanıp. Rıhtımla vapurun arası açılmaya başlamıştı. “Biraz daha çabuk, biraz daha çabuk!” diyordu Nuriye Hanım içinden. Kalabalığın arasından, rıhtımdakilerden kurtulmak istiyordu bir an önce. Bir kere kamarama inip kapımı kapasam üstüme!
    Düdük seslerinden, bağrışmalardan duyamıyordu Nilüfer’in sesini. Oğlunun nişanlısı, ince topuklarının üzerinde kalkmış bir şeyler bağırıyordu. Kalabalığın uğultusuna karışıp, havada dağılıyordu yukarı çıkmadan sözleri. Güzel kızdı doğrusu! Diyecek yoktu şıklığına, inceliğine. Fatoş’tan da güzeldi. Her şeyi vardı. Gözü kaşı yerli yerinde, okumuş, üstelik varlıklı ve Ali’ye delicesine tutkun! Bana yaranmak için elinden geleni ardına koymuyor diye güldü Nuriye Hanım. Elini kaldırıp salladı ona doğru. Bütün isteği Ali ile evlenmek, bir odaya kapanmakmış, hiç çıkmayacakmış haftalarca dışarı! Safinaz nineye söylemişti kız. Şaka bile olsa, nineyi kızdırmak için bile olsa! Gözlerini kara kara çekmiş, saçının her teli düzenli, yerli yerinde, Ali’nin yanında duruyordu Ankaralı. Onu böyle çağırırlardı evde. Koleje Ankara’dan gelmiş, orada ahbap olmuştu Fatoş’la. Eski bakanlardan babası, Ankara’da hanlar, hamamlar... Hem de biricik kızı evin... Birçokları kıskanmıştı Ali’ye sevdalanmasını. Ne dedikodular, söylentiler! Hep öyle elini sallıyor, gülmeye, kıvançlı görünmeye çabalıyordu Nuriye Hanım. Nilüfer, olduğu yerde sevinçle zıplayarak, nişanlısının koluna giriyordu sıkı sıkı. Biliyordu Nuriye Hanım: O da benden kurtulduğu için bayram yapıyor. Hepsi öyle! Fatoş da gülüyordu şimdi. Eğilip bir şeyler söyledi ağabeyine. Üçü birden gülmeye koyuldular. Bak şu piç kurularına! Hele Fatoş. Ne içten pazarlıktır! Belki de babasına yazan odur gizliden, beni çağırsın, dirensin diye? Sağlığımı düşünmeleri, acımaları, hepsi laf! Meramları ondan kurtulmaktı, bunu pek iyi biliyordu Nuriye Hanım. İstedikleri de oldu sonunda! Gidiyorum İstanbul, gidiyorum çocuklar! Ağlamak geliyordu içinden... Aslında sevinmesi gerekirdi. Bıkmıştım o kocaman evden, Safinaz ninenin dırıltılarından, kızdan, oğlandan, bıkmıştım hepsinden onların.  Bana o kadar yakın ve benden o kadar uzak şu üç yabancı! Fatoş çıkmıştı Nilüfer’in kolundan. Sıralı sırasız yakınlık gösterilerinden hoşlanmazdı Fatoş. Daha çok küçükken bile öpmek istediğim zaman yanağını zor tutardı dudağıma. Başını çevirmese bile gözlerini kaçırırdı benden. Elimden kurtulunca geniş soluk almalar, beni yenmişçesine garip gülüşler! Öbürleri seyirci kalmalıydılar uzaktan. Dünyada tat alınacak ne varsa kısa aralarla tadıp tadıp, küçük kıvançlı anıları yaşayıp yeniden kendine dönmek, kendinin olmak, özgürlüğünü hiçbir şey karşılığı kimseyle paylaşmamak... Yalnız ölüm alabilirmiş bu özgürlüğü onun elinden, canıyla beraber! İşte on sekiz yaşındaki zamane kızının düşünceleriydi bunlar! Daha dünkü çocuk... Hayır, çocuk sayılmazdı artık. Memo’ya olan büyük sevdasına ne demeli? “Bu da tat aldığı kadar mı sürecek?” diye, alay etti içinden Nuriye Hanım. Babası, anası, kardeşi, sevdalısı birer araçtan başka bir şey değildi bu kız için! Öylesine bencildi. Küçük bir canavar ama zamanına uygun bir canavar! Rıhtımda elleri cebinde, bacaklarını germiş duran kızına bakıyordu Nuriye Hanım. Benim sevgili kızım bu, etimin eti, canımın canı! Şaşırıyordu onun kendisinden her yanıyla öyle ayrı, yabancı oluşuna. 


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar