Ali Teoman - Karadelik Güncesi


“Zaman hiç durmaz,” diye sürdürdü konuşmasını bahçıvan, “Tabiat hep hareket hâlindedir. Su buharlaşıp göğe çıkar, orada buluta tahavvül eder ve yağmur olup yağar toprağa. İnsanın fikriyatı da aynen böyledir. Tıpkı cıva gibi, bir an bile duramaz yerinde, bir hâlden ötekine geçer, değişir, başkalaşır. Seyfettin Bey gibi velut bir âlimin de ilelebet aynı konuya çakılıp kalması beklenemezdi tabii. Evvelce bahsettiğim nazariyesini ihdas edip İÇNEBAT adlı eserini tamamladıktan sonra, dikkatini cemiyet ilminden ruh ilmine çevirdi yavaş yavaş. Böyle olması kaçınılmazdı, çünkü insan denen bu girift mahluku bütün veçheleriyle tetkik edip anlamaya çalışıyordu. Esasen bir maddiyat ilmi olan büyülûjiden başlayıp sosyulûjiye, oradan da insanın en karanlık noktasını yani ruhunu araştıran piskulûjiye geçmişti. Görüyorsun Beyim, müşahhastan mücerrete, madden ruha, den’iden ulviye doğru kararlı bir yükseliş... Dünya üzerindeki en mükemmel varlık olan nebat, burada da en mühim yol gösterici olacaktı elbette. Bu konuda yazılmış en muhtelif makaleleri ve RUHNEBAT (Ruhiyat-ı Nebatiye) adında bir de kitabı vardır Seyfettin Bey’in, ki bu eser daha önce yazdığı İÇNEBAT’ın bir devamı ve tamamlayıcısı mahiyetindedir. Dakik müşahede ve tetkikler vasıtasıyla nebatların ruh tahlilini yapan Seyfettin Bey, insanlarla nebatlar arasında, belki acemi bir gözün göremeyeceği, fakat aslında gayet kuvvetli bir rabıta olduğunu tespit etti ve buna MÜNNAZ (Müşahabet-i Nebatiye Nazariyesi) adını verdi. Bu nazariyeye göre, her insan ruhen belli bir nebata, bir çiçeğe, bir ağaca, bir meyvaya ya da bir sebzeye benzer. Bu muayyen nebat âdeta o şahsın bir ruh ikizi gibidir ve o nebatın ruh tahlili, mezkûr şahsın da hâletiruhiyesinin anlaşılmasına yardımcı olur. Seyfettin Bey bu nazariyeyi evvela kendisine tatbik ederek kendi nebatının dağ orkidesi olduğunu buldu. Sadece başı dumanlı dağların en sarp doruklarında, yalçın kayalıklarda, dipsiz uçurumların kıyısında yetişen, ulaşılması fevkalade zor, nadide bir çiçektir bu. Kırmızı renkli ve ipek gibi yumuşacık yapraklarını yiyen kişinin gözüne fer, nefsine kuvvet, zürriyetine ziyade bereket verir. Bu sebeple, ehl-i muhabbet arasında gayet makbul olup dirhemi Mısır Çarşısı’nda yüz altın liraya satılır. Fakat nasıl olur ki her gülün bir dikeni var ise, bu nadide çiçeğin de büyük bir kusuru vardır. Şöyle ki yapraklarının kılcal damarlarındaki tuhaf bir zehir, insanı bir lahzada sarhoş edip aklını başından alır, divaneye çevirir. Bu tehlikeli nebatın faydasını görebilmek için, butânik ve büyülûji ilimlerinden anlamak icap eder. Dağ orkidesinin ancak birtakım hususî ameliyelerle elde edilen usaresi katre hâlinde alınırsa şifalıdır. Aksi takdirde, maazallah, kişiyi helak eder. Bütün tehlikelere göğüs gerip binbir zahmetle dağa tırmanarak dağ orkidesini taşların arasındaki sarp yuvasından sökmeye muvaffak olan bir nice muhteris maceraperest, göz alıcı renklerle bezenmiş bu çiçeği oburca yemişler ve şehvet ve cehaletlerinin kurbanı olup oracıkta tecennün ederek kendilerini yardan aşağı atmışlardır. Filhakika, Seyfettin Bey ve diğer yüksek âlimler de aynen böyledir. Onların sözleri akil bir zat için en hakikî mürşittir, ama cühela güruhu bu arifane sözleri yanlış tefsir eder ve kendi mahvına koşar.”
    Bahçıvan, koynundan ağzı tıpalı ufak bir şişe çıkarıp İbrahim Nemrûd’a gösterdi.
    “Eksik olmasın, kendi elcağızıyla hazırladığı âlâ dağ orkidesi usaresinden bana da bir miktar verdiydi Seyfettin Bey. Çok şükür, gerçi gücüm kuvvetim yerinde, usareye filan ihtiyacım yok, ama hani olur da lazım olursa diye... Eee, düşmez kalkmaz bir Allah, Beyim, tedbiri elden bırakmamak gerek. İstersen sana da bir ufak şişe vereyim.”
    “Yok, çok teşekkürler,” dedi İbrahim Nemrûd telaşla. “Midemle ilgili birtakım sorunlarım var, çok gerekmedikçe ilaç almamaya çalışıyorum. Merak ettim, sizin bitkiniz hangisi peki?”
    “Hangisi olacak, okaliptüs tabii.” Dedi bahçıvan heyecanla az ötelerdeki ulu bir ağacı göstererek ve ekledi: “Şu boya, posa, endama bak, Beyim! Aynı ben! İsminden de belli, okka okka bir nebat... Oğullarımın nebatı ise bezelyedir. Nitekim iki bezelye tanesi kadar birbirlerine benzerler.”
    İlk bakışta pek anlaşılmıyor gerçi, ama, evet, bir benzerlik var galiba,” dedi İbrahim Nemrûd kaşlarını kaldırarak.
    “Ve işte bu da senin nebatın,” dedi bahçıvan.
    Hemen hemen adam boyundaki iri ve kalın bir kaktüsün önünde duruyordu.
    “Kaktüs mü?” dedi İbrahim Nemrûd hayretle. 
    “He ya, kaknûs, uçsuz bucaksız çöllerin ağırbaşlı sakini. Tek başına yaşar. İçine kapanık, mahzun ve ketumdur. Gözyaşlarını içine akıttığı söylenir, bu yüzden bünyesinde bol miktarda su vardır. Kavgacı değildir, ama gerektiğinde kendisini korumayı da bilir. Aç gözlü hasımlarının saldırılarını sivri dikenleri sayesinde savuşturur. Hatta çölün kralı olan deve bile bu dikenler yüzünden kaknûsun yanına yaklaşmaya cesaret edemez. Fakat dışı her ne kadar sert ve dikenli ise de, içi sulu ve yumuşaktır. Başlıca muarızı olan çöl faresi, dikenli zırhında ufacık bir boşluk bulup burayı kemirerek içine girer ve o koskoca kaknûsu için için yiyip bitirir. İçi boş, kuru, cansız bir kabuk kalır geriye. Düşünsene, Beyim, ufacık bir çöl faresi...”
    “Evet,” diye başını salladı İbrahim Nemrûd, “Fareleri hiç sevmem.”


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar