Bu benim hikâyem, bir Arap kadınının hikâyesi. Kayıp bir dünyanın hikâyesi. 1917’de Suriye’de başlıyor. O sırada yedi yaşındaydım. O günlerde savaş zebella gibi başımıza dikilmişti; yine de mutlu bir çocukluk geçirdim, bunu anne babamın sükûnetine ve masumiyetin lüksüne borçluyum. Üç kız, üç erkek çocuk sahibi bir ailenin ortanca çocuğuydum ve bütün bu yılları yarasız atlatmamızı sağlayan bir şey varsa, o da hayatta küçük şeyler için bile yüreğimizde taşıdığımız şükran duygusuydu.
Deniz kenarındaki bir şehirde, Beyrut’ta büyüdük. Şehir o zamanlar gelişmemiş, küçük bir kasabaydı. Kasabanın gösterişsizliğinden ya da çocuklarda hep olan o doğal ilgidendi belki, ama nedeni ne olursa olsun benim için şehrin hazinesi tabiattaki konumuydu, bir de -babamın anlattığı hikâyelerden öğrendiğim kadarıyla- tarihteki yeri. Sıcak yaz günlerinde babam genellikle kaktüslerin dizili olduğu kumlu dar patikalar boyunca plaja kadar bize eşlik ederdi. Yüzmek bir hazdı, o zamanlar pek az gencin bu olağanüstü zevkin tadını çıkarmasına izin verilmesi bu hazzı daha da büyütüyordu. Hava yüzülemeyecek kadar soğuk olduğunda kayalık sahil yolu boyunca liman bölgesine yürürdük; yürürken bir yandan da denizdeki tekneleri seyredip coğrafya oyunu oynayarak uzaktaki dev kayalara Akdeniz adalarının isimlerini verirdik: Bize en yakın olan Kıbrıs; en uzaktaki Malta; beriki Girit. Körfezdeki küçük tekneler Hayfa ve Yafa'dan gelen portakal ve mandalinaları ya da Sayda ve Sur’dan gelen şekerkamışı ve limonları taşıyordu. İskenderiye'den gelen, limanda kısa bir süre kalıp Türk, Yunan ve İtalyan limanlarına gitmek üzere yoluna devam eden yolcu gemileri de vardı. Bütün bunları izlerken, babam bu suların bir zamanlar mor kumaş ve altın mücevher ticareti yaparak denizleri dolaşan Mısır ve Fenike kadırgalarıyla, savaşçıları getiren Roma ve Bizans kadırgalarını konuk ettiğini hatırlatırdı bize. Deniz tanrısı Neptün ve Aziz Georgios’a, geçmiş yılların töresel bilgisine, kıyılarımızda izlerini bırakıp sırlarını denize gömen medeniyetlere dair efsaneler de anlatırdı.
Denizi her hâliyle sevmeyi öğrenmiştik: muazzam dalgalan kayaları döverken; sakin gecelerde akıntıları yavaşça kıyıya süzülürken; dingin, lacivert sulan gök kubbeyi yansıtırken. Balıkçı Halil denizin hâllerini herkesten iyi biliyordu muhtemelen. Bir tekne satın alamayacak kadar yoksuldu, bu yüzden altmış yıllık ömrünün çoğunu kayaların üzerine tüneyip sabırla bekleyerek geçirmişti. Yıllar geçtikçe çalışıp didinerek beklemişti. En hoyrat mevsim olan kış aylarındaki şiddetli fırtınalar bile onu caydıramazdı. I. Dünya Savaşı’nın arifesinde, bir İtalyan savaş gemisi Lübnan kıyılarını bombaladığında ve ahalinin büyük kısmı dağlara kaçtığında, Halil orada kaldı. Başına hiçbir şeyin gelmeyeceğinden emindi, tıpkı Napolyon’u gören ve Britanya’nın Akka’daki savaşına tanıklık eden babasının başına hiçbir şey gelmediği gibi. “Şimdi Türkler burada, Avrupalılar da onları kovmak için geliyorlar,” derdi. “Bundan sonra kimin gelebileceğini bilmiyoruz. Fatihler gelir gider. Sadece deniz sonsuza dek bizimle kalır.”
Genç kızlık hatıralarım Halil gibilerle; balıkçılarla, esnafla, seyyar tenekecilerle, şehrin hayatiyetini sürdüren emekçilerle doludur. Kalın deri rulosu ve alet çantasıyla ayakkabı tamircisi; pirinç mutfak eşyalarımızı kalaylayan kalaycı, kocaman arabasıyla sokakta sallana sallana yürürken “Bileycii!” diye bağıran bileyci hâlâ hatırımda. Sokaklar bu seslerle çınlardı. Çiçekçi eşeğine binmiş giderken, eyerindeki çiçek yığınlarını dengelerken bir ezgi tuttururdu. Keçi çobanı kara keçilerini şimdi revaçta olan semtlere sürer, bağırışları keçilerin boynundaki çanlardan gelen belli belirsiz çınlamayı bastırırdı. Kapı komşumuz, altmış yaşındaki Hasan tatlı satardı; bütün hayatım üzerinde uzun beyaz bir elbise, başının üstünde bir tepsiyle şarkı söyleyip sokakları arşınlayarak geçirmişti.
Evimizin az ilerisinde, Hamra çayırları denen yerde eski bir cami vardı. Geceleri mumlarla aydınlatılan minaresinden müezzin günde beş kez ezan okur, sesi kendi yankısında giderek kaybolurdu. Caminin az ilerisinde de yüzlerce dut ağacı tarlalara uzanıyordu. Komşularımızın bir ipek böceği çiftliği vardı. İnce dallardan oluşan sıra sıra raflara büyük tepsiler dolusu kamış konur, bunların üzerine de kozalarını örmeye başlayana kadar dut ağaçlarından beslenmiş ipek böcekleri yığılırdı. Hasattan sonra parlayan beyaz koza yığınları kaynar suda yumuşatılır ve sonra iplik makarası yapılmak üzere yavaş yavaş çözülürdü. Savaştan sonra yapay ipek ithal edildi, fabrikalar kepenk indirdi, dut ağaçlan da yerlerini muz ve portakal bahçelerine bıraktı.
0 Yorumlar