Carson McCullers - Yalnız Bir Avcıdır Yürek


Sessiz, gizemli gecenin içinde yine kendi kendineydi. Geç değildi daha cadde üzerindeki evlerin pencerelerinde sarı ışıktan kareler vardı. Ellerini ceplerine sokmuş, başını bir yana eğmiş, ağır ağır yürüyordu. Uzun süre ne yöne gittiğinin farkında olmadan yürüdü.
Sonra evler seyrelmeye başladı, büyük ağaçları ve fundalıklarıyla bahçeler başladı. Etrafına baktı, yazın o kadar sık gittiği o evin yakınında olduğunu gördü. Ayakları, bilmeden oraya çekmişti onu. Eve geldiği zaman hiç kimsenin kendisini görmediğinden emin olmak için bir süre bekledi. Sonra yan bahçeden içeri daldı.
Radyo her zamanki gibi açıktı. Bir saniye pencerenin yanında durdu, içerdekileri seyretti. Çıplak kafalı adamla kır saçlı kadın masada kâğıt oynuyordu. Sedir ağaçlarının hemen dibindeydi, hiç kimse göremezdi onu burada. Radyo iyi değildi bu akşam birisi hep aynı şekilde biten halk şarkıları söylüyordu. İçi bomboş gibiydi. Elleriyle ceplerini karıştırdı, bir şeyler arandı. Kuru üzüm taneleri, bir kestane, ipe dizilmiş bir sıra boncuk, bir sigara ve birkaç kibrit. Sigarayı yaktı ve kollarıyla dizlerini sardı. O kadar boş hissediyordu ki kendini, içinde tek duygu, tek düşünce yok gibiydi. 
Programlar birbirini izledi, hepsi de birbirinden beterdi. Hiçbirini tutmadı. Sigara içiyor, ot yoluyordu yerden. Bir süre sonra yeni spiker konuşmaya başladı. Beethoven’den söz etti. Bu müzisyeni kitaplıkta bir kitapta okumuştu, adı bir e ile okunuyor, iki e ile yazılıyordu. Mozart gibi o da Alman’dı. Yaşarken yabancı dil konuşuyor, yabancı bir yerde yaşarmış, tıpkı kendisinin de dediği gibi. Spiker onun üçüncü senfonisinin çalınacağını bildirdi. Biraz daha yürümek istediği ve artık ne çalarsa çalsınlar umurunda olmadığı için yarım kulakla dinliyordu. Sonra müzik başladı. Mick başını kaldırdı, yumruğunu ağzına bastırdı.
Olabilir miydi bu? Açılış notaları, bir dakika bir yandan öbür yana salındı. Bir yürüyüş ya da marş gibi. Gecenin içinde çalımla gezinen Tanrı gibi... Vücudunun dışı birden dondu, yalnızca müziğin o ilk bölümü kor gibiydi yüreğinde. Ondan sonra ne geldiğini bile işitemedi, yalnızca oraya çöktü ve bekledi, donmuş yumruklarını sıkılı. Bir süre sonra müzik yeniden başladı, daha kuvvetli ve daha yüksek. Tanrı’yla filan pek ilişkisi yoktu bunun. Bu kendisiydi, Mick Kelly’ydi, gündüzleri yürüyen, geceleri tek başına olan kendisi. Sıcak güneş altında, karanlıkta bütün o kafasındaki planlarla, duygularla. Müzik kendisiydi, düpedüz, çırılçıplak kendisi.
Onu tam olarak duyacak gibi dinlemiyordu. Müzik kaynıyordu içinde. Ne yapmalıydı şimdi? Çok güzel bazı bölümleri dikkatle dinleyip, unutmamak için tekrarlamalı mıydı kafasında, yoksa düşünmeksizin ve anımsamaya çalışmaksızın birbiri ardından gelen her parçayı kendi gidişine bırakıp dinlese miydi? Vay anasını! Tüm dünyaydı bu müzik, yeteri kadar dikkatle dinlemiyordu. Sonra, en sonunda açılış müziği tekrar ortaya çıktı, her notanın sert, sımsıkı yumulu bir yumruk gibi yüreğine vurması için sanki bu kez bütün değişik aletler hep bir araya toplanmış çalıyordu. Ve birinci bölüm bitti. 
Çok zaman almamıştı bu müzik, az da sürmemişti. Zamanın geçişiyle filan pek ilişiği yoktu. Kollarını dizlerinin etrafında sımsıkı sararak oturmuş, tuzlu dizini ısırıyordu kuvvetle. Beş dakika da dinlemiş olabilirdi, yarım gece de. İkinci kısım karaydı, ağır bir marş. Kederli değil, ama sanki bütün dünya ölmüştü, karaydı ve daha öncesinin nasıl olduğunu düşünmenin gereği yoktu. O boru cinsinden çalgılardan biri kederli ve berrak bir hava çalıyordu. Sonra müzik öfkeyle yükseldi, altında coşku vardı bu yükselişin. En sonunda, o kara marş yine. 
Ama belki de senfoninin en son kısmı en sevdiği bölüm oldu, dünyadaki en büyük insanların, neşeli, canlı, özgür bir hava içinde koşup zıplayışı gibi. Böyle çok güzel bir müzik insana çok kötü dokunuyordu. Tüm dünyaydı bu senfoni, dinlemeye gücü yetmiyordu.


 

Yorum Gönder

0 Yorumlar